25 Nisan 2013 Perşembe

Gülsenin Eylülü




                                                                    SON YAZIM


Sevsinler, sizin Je suis Charlieliğinizi

Diyorlar ki herkesin hikâyesi de, her hikâye de bir gün bitermiş. Sahi biter mi? Dünyanın neresinde olursa olsun zalim her kimse,  akıttığı kan duruyor, kaybolmuyorken toprağın üzerinde; Biter mi, sahi?

Evinden barkından, vatanından, hayatından ettiğinden; bir Ermeni tehcirin,  bir Yahudi Auschwitz’in, bir Rum 6/7 Eylül’ün, bir Alevi Dersim’in, Maraş’ın,  bir devrimci Mustafa Suphi’yi boğduran,  Deniz’leri astıranların,  bir mütedeyyin 28 Şubatın,  bir siyahi Apartheid’in, bir Bosnalı Srebrenitsanın,   bir Suriyeli Esad’ın, bir Kürt Halepçe’nin,  bir Kobanili DAİŞ’in açtığı yaralardan damlayan kanın peşinden gideceğinden; Bitmiyor işte, bitmez de ötekileştirilenlerin hikâyesi.

Bitmesi bir yana, 13 Temmuz 1789’da günlüğüne “ bugün kayda değer bir şey yok” yazan Kral 16.Louis’i devirmek üzere, 14 Temmuz 1789’da Bastill hapishanesine “Liberté, Egalité, Fraternité”le yürüyenlerden  226 yıl sonra Paris’te aynı sloganlarla yürünmesinin nedeni, Charlie Hebdo saldırısında hayatını yitirenlerin hikâyesi gibi, delip geçemediğinden insanı kanatan zehirli bir mermiye dönüşmüş hikâyelere durmadan yenileri eklenir. 

Özgürlük, eşitlik, kardeşliğin düşmanı ırkçılığa karşı 12 Ocak 2015’de Paris’te  düzenlenen mitingde Parislilerin; Netanyahu vari zülümkar başbakanlar, despot yönetimlerle özdeşleşmiş gazeteciler, yazarlarla,  Cizre’yi ölü çocuklar mezarlığına çeviren; 12 yaşındaki Nihat’ı, 14 yaşındaki Ümit’ti ve Berkini katledenleri yargılatmayan A. Davutoğluyla birlikte yürümeleriyse…gerçek bir tragedya değilse nedir?

Böylesi trajedilere alışmış Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için bile; “141-142’ye hayır”cılar hapishanelerde çürütülür, Erdal Eren 17’sinde asılır, ana dillerini konuşmalarını yasakladıkları 100 bin Kürdü hayatından eden iç savaş sürerken; köşesinde Chateau Petrus’u su bardağında içme bedbahtlığını anlatan, daha 16 yıl önce “Kürtçe kaset yapacağım” diyen Ahmet Kaya’yı linç manşetleri attırtan beyaz Türk E.Özkök’ün o mitingde,   elinde Charlie Hebdo dergisiyle poz vermesi, “Liberté” haykırışıysa… artık şarlatanlığı da aşmış bir durumdur.

Sivas katliamında “Aziz Nesin’in hassasiyet yaratan, tahriklere varan sözleri, karşı tahrikle birleşiyor ve…” yazmış E.Özkök’e, Özgür Gündem, Evrensel,  Nokta,…, …; toplatılır, kapatılır,  yazarları, muhabirleri öldürülür,  tutuklanır,  “ Hepimiz Ermeniyiz” diyenler  25 Ocak 2007 tarihli Tercüman’nın  “Türk’üm diyemeyen defolsun gitsin”  manşetine maruz kalırken SUSAN. Ne hikmetse dün değil de bugün; her biri bir demokrasi, özgürlük havarisi kesilmiş beyaz Türklere artık  “Sevsinler! sizin Je suis Charlie’liğinizi” DEME VAKTİDİR de.

Türkiye’yi hep yöneten tek tipçi Kemalizmin fıtratındaki ırkçılığın, vesayetçiliğin organik bağlaşığı beyaz Türklere artık Ahmet Merabet’in kendisini kurşunlayan Kouachi kardeşlere seslendiği “Yapma, tamam artık şef”le seslenme vaktidir de.

Türkiye’nin en büyük bahtsızlığı, sefaleti de budur işte; “özgürlük, kardeşlik” diye diye gezinen iş, sanat, siyaset, askerlik, medya dünyasının önde gelen şahsiyetlerinin, aynı zamanda;  Charlie Hebdo dergisini dağıtacak diye Cumhuriyet gazetesini “bizim kırmızı çizgimiz de Peygamber efendimizdir”le protesto eden, “kutsalım da kutsalım”ı linçe dönüştürmüş bağnazlığın mimarı olmalarıdır.

Kendilerine “aydın” payesi  vermeyi de ihmal etmeyen bu şahsiyetler Türklüğü, Kemalizmin kadrolarını kutsallaştıran eğitim, öğretim, medya eliyle molekülerine “Türkiye Türklerindir”i  işledikleri toplumun; “gerici”, ”hain”, “bölücü”lükle suçluya suçluya ötekileştirdikleri onlarca Vedat Aydının, Hrant Dinkin, Rahip Santoronun  katlini onaylayan, şiddetin  kol gezdiği sisteminde debelenen bugünün Türkiyesinin  de yaratıcılarıdırlar.

Farklı her etnik kökende, mezhepte, fikirde, yaşam tarzında illaki bir yara, bere bırakan; kırmızı çizgisi, kutsalı bol öyle bir sistem öyle bir  toplumsal yapı inşa etmişlerdir. Ki “kölelikten beter bir şey var; o da köleden geçilmeyen bir yere özgür insanların memleketi deyip çıkmaktır”ı yazan Diderot’ya nispet; “nerde bizde özgür birey… medeniyet…bak Fransızlara, Yunanlılara… kahrında, yaratıklarından yakınacak kadar da aymazdırlar.

Oysa görmeye, duymaya katlanamadıkları nefret ettikleri ne kadar şey varsa hepsi sömürge şapkalı beyaz adam kılığındaki; kendilerinin,  zihniyetlerinin yansımasından başka bir şey değildir. Öyle ki servetin %70’nin  %7’lik kesimin elinde toplandığı Türkiye’de birbirinin karşıtıymış gözüken öncesi hariç; Milli şef İ.İNÖNÜ’nün T.ERDOĞAN’da,  T.ÇİLLER’in Z.ÇAĞLAYAN’da, E.BERBEROĞLU’nun Y.BULUT’da;  E.ÖZKÖK’ün A.KEKEÇ’te vücut bulmuş yandaşlığında,  ben merkeziciliğinde; tahammül, şefkat, anlayış nokta bile değildir.

İyiliğe dair tüm  duyguları  sıfırlayan da; neredeyse herkesin, her kesimin “günah” , “ayıp ”la dokunulmazlık zırhı geçirerek tartıştırmadığı kimisi için;  ulusu, devleti, kökeni, dini   kimi için;  vatan, bayrak, askerlik,  kimi için; inancı, ideolojisi, kimi için; lideri, örgütü,  kimi için; namusu, başörtüsü kimi içinde; annesinin,  takımının başrolde olduğu bir “overrated”inin,  kutsalının varlığıdır.

Bir yerde kutsalın, hassasiyetin bolluğundan geçilmiyorsa orada hükümran da ister istemez;  aklın yerini alacak biattır. Yalnızca düşüncenin değil  A’dan Z’ye her şeyin çerçevesini belirleyen biatçılık; Recmi, kafa kesmeyi, din alimi Mohammed Sale al Munajjid’in “Kardan adam yapmanın dinen yasak “,  Fetullah Gülen’nin de “ kar  yağdı, top oynayalım…. bunlar insan mı  acaba hayvan mı diye..” seslenişini tatlı bir melodiye büründürür. 

İşte olaylara aykırı bakmanın, talimatsız düşünmenin engelli biatçılığın pençesindeki Ortadoğu’da; kutsalı neyse onun için ölmek, öldürmek o kadar olağandır ki  “12 milyon insan katledildiğinde ses çıkarmayan insanlığın, sadece 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalmasını ibretle izledik” beyanlı Diyanet İşleri Başkanının ürkütücülüğü bir vaka sayılmaz.  

Tersine Tanrı katına çıkardığı kutsalıyla bütünleşip kutsalına en ufak eleştiriyi kendine hakaret algılayacaklar, ceza verme yetkisini de kendinde bulacakları cinneti yaşarlar. Bu misal Charlie Hebdo bütün dinlerle, peygamberlerle ilgili karikatürler yayınladığı halde “Peygamberiminkini yapamaz”la tavan yaptırtılan cinnet,  kutsalı adına cinayeti, öldürmeyi meşru kıldırır.

Dünya tarihiyse; yalnızca bir zamanlar Arap yarımadasının kutsalı taştan Putlardan; Kilisenin dünyanın döndüğünü iddia eden Galileo Galilei’yi engizisyonda yargılattığı Ortaçağ karanlığından, 1800’lerde  “Tanrı öldü”yü yazan Nietzsche’ye hoşgörü duyulan zamanlara nasıl gelindiğini göstermekle kalmaz; kutsalın, kutsallığı sorgulandığında ancak bilimde, sanatta, düşüncede ilerleme kaydedildiğini de kanıtlar.

İnsan da eğer isterse; bütün ağızlardaki sakız  “özgürlükten yanayım ama kutsalıma da saygı, hassasiyet beklerim”deki ince tehdittin düşünceye, ifadeye nasıl sınır koyduğunu, kutsalının da en büyük prangası olabileceğinin farkına varabilecektir.

Paris banliyölerinde “doğmuş bebeklerden Cihatçı” üreten sistemlerini, kendilerini sorguladıklarından  “Vive L’ıslam” afişini taşımaktan çekinmeyen Fransızlar gibi Türkiye’de de; herkesin düşüncenin, ifadenin özgürlüğünde, insan hayatının kutsallığında konsensüs sağlayacağı gün, kalbinizin hiç dokunulmamış yerine dokunulacağı gündür de.

Belki o gün;  bir ideolojinin, bir dinin, bir cemaatin, örgütün, partinin ona inanmayanların kanları dökülerek, zorbalıkla hüküm sürmesinin,   yayılmasının;  kutsal nitelendirildiğinden ayakta kalmasının onu nasıl iki paralık ettiğini anlayabilmek de öyle mümkün… öyle de imkansızken…

Uğruna candan olunan, cinayetler işlenen özgürlük belki de kendi yarattığımız kutsala kaygısızca dokunulan ânda başlayandır.  

07.02.2015

Gülsen FEROĞLU

Hiç bir Kürdün hakkı yoktur


Bu ülke… bu şehir…bu hep bir eksiği olacak hayatlar… ömür ????  hep Eylül…hep Erdal Eren…hep Berkin Elvan… hep Fadıl Kayık…hep Dilar Gencxemiş… hep Hakan Buksur… Delik deşik hayaller, umutlar nasıl da hayat kokar. Yoksa, sonu tutunacak bir toprağa, özgürlüğe varacak uzun bir yolculuğun son cümlesi için mi tüm bu yaşananlar.

Kim bilebilir, ki tahta kapının sesini duyduğumda sacın üzerindeki ekmeği  alıyor olacaktım. Adımların yaklaştıkça kalbim elimde bekleyecektim… “daye…”. Üstümün, başımın ekmek, duman kokmasına hayıflanıp öyle sarılacaktım ki  “daye kurban, yeşil gözlüm….“le sana, canın acıyacaktı. İllaki ağlayacaktım “döndün mü bavemın, temelli?” Kaç kez  o kapı açıldı, kaç kez sarıldım “mala mın” sana…bir bilsen…bir bilsen… kaç kez…. Anladım; barış çok uzaklarda, hayal kurmaksa…Vazgeçtim,  hayallerimden.

Dört bir yanda havan mermileri. Puşimi bastırıyorum kanayan karnına, yeşil gözlerin kaydı kayacak. “Üşüyorum” diyorsun yalnızca “üşüyorum.” Bir kayanın altına gömerken seni, aklımda gerillanın sesinden “bugün benim efkârım var” dinlerken söylediklerin;  “Bağ bozumudur, tarhana kokuyordur evler. Sence …. Heval, bir gün döner miyiz … ?”, “her savaşın sonunda eve dönülmez mi zaten” demiş, gülmüştüm “bak! memleket işte şu tepenin ardında” Eve dönmek… hayal kurmak…çok oldu vazgeçeli.

Yaşama dair  her şey ; Barış, huzur, eğitim, geçinmek,,,,Kürtler için niye  bu kadar zor olmak zorunda ???  NİYE… Tam da her şey  yoluna girecekken sapkın DAİŞ  Kobanê’yi,  Erbil’i kuşatır, katledilirken  kardeşi; sessiz kalabilir, mutlu gün geçirebilir mi insan ?

Hey! 1800’lerde “Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur” demiş Dostoyevski’ye nispet yaparak, DAİŞ Kobanê’lilerin toprağına, özgürlüğüne saldırıyor diye sevinen sen! İnsanlıktan ne kadar  uzak bir pozisyonda olduğunu bildiğinden güya Kürt değil de PKK düşmanıymışsın tavrında ırkçılığını  gizleme gayretindeki sen; hani acının dili, dini, ırkı olmazdı?

 6 yaşından 25 yaşına kadar Kürtleri öcü, terörist gösterip katledilmelerini onaylatan kara propagandayla eğitilerek büyütülen sen; neyin sonucu olduğunu bilmediğin, tartışmadığın, kestikleri kafalarla  poz veren, oynayan,  7 yaşındaki kız çocuklarını zevceleyen  IŞİD’lilerin saldırılarına sevincin, PKK’ya, YPG’ye  nefretinin nasıl tehlikeli bir ruh hastalığı boyutuna ulaştığının da  işaretidir.  

Üstelik yaptığı tonlarca hata, yaşamı ölümden beter kılan zalimlikleriyle PKK’yı yaratan da, büyüten de; her vatandaşına eşit mesafede durarak can, mal güvenliğini sağlaması gerekirken tek tipçi faşist ideolojiyi benimseyen Türkiye Cumhuriyeti devletinin ta kendisiyken. Onun içinde devlet ne kadar terörist, eli ne kadar kanlıysa;  eline silah almak zorunda bıraktığı Kürtlerin örgütü PKK’da o kadar terörist,  eli de o kadar kanlıdır.

Dönde bir bak! Tarihi masa başında değil kanla, gözyaşıyla yazılmış, kötülük, zalimlik adına yaşanmadık bir şey bırakmamış; asılmış, asit kuyularına atılmış, …, …, köyleri, evleri, malları, tarlaları yakılmış Kürtlere, PKK’ya düşmanlığın sana neler yaptırtıyor. IŞİD’den kaçan Türkmenlere, Êzidilere, Hristiyanlara, Şiilere kucak açan; Almanya’nın, ABD’nin silah yardımı yaptığı PKK’ya, YPG’ye düşmanlığından  “IŞİD’ de,  PKK’ da terör örgütüdür”,IŞİD’i, PKK ya tercih ederim” diyorsun ya sen, kimi tercihe yeltendiğinin farkında bile değilsin.

Sakın, bu  sempatin SS’li Hitler, kara gömlekli Mussolini,…, …, Miloşevic, kontrgerillalı Evren, JİTEM gibi; önüne çıkan kendinden, fikirlerinden, yaşam biçiminden, kültüründen farklı istisnasız  her şeye soykırım yapan IŞİD’li  El Bağdadiyi; çok  tanıdık, çok olağan bulduğundan olmasın.

Ama unutma, hepsi de en başında yenilmezdi, dokunulmazdı. Ölüm tüten zaferleri faşizme karşı direnenlerle;  %80’ni Nazilerce işgal edilmiş şehirlerini 199 gün savunan Stalingradlılarla, partizanlarla, …, …,  karşılaşana kadar sürmüş. Delilikleri faşizmin yanlışlığı anlaşılıncaya kadarsa sırf II. Dünya savaşında 20 milyon insan hayatından olmuştur.

Evet,  IŞİD’de  kazanıyor; şimdilik, şimdilik.  Herkes,  hepimiz de  ne kadar iyi, günahsız insanlar  olduğumuzu anlatıp duruyor, buna inanıyoruz da. Oysa, görünen o ki iyiliğimiz, günahsızlığımız devletin, örgütün, ailenin, çevrenin formatladığı kadar. Sorgulamıyor, O biatçı formatla  bakıyor, değerlendiriyoruz olayları, insanları.

Daha Barzani “Türkiye’nin Kürt yönetimine silah yardımı yaptığını” açıklamadan, Remzi Kartal “Kobanê’de yaşanacak herhangi bir katliamın sorumlusu ise ABD ve koalisyon güçleri…” dediği halde Türkiye’nin “IŞİD’i desteklediği” algısının pekişmesi de bu yüzdendir.

Şimdi, gerçek yerine algılarla hareket edenlerin katliamlarını, linçlerini en iyi bileceklerden  Kürtler; eğer HDP’nin, çözüm sürecinin kazandığı ivmeye, demokrasiye “Kobani” protestolarındaki şiddetin vurduğu darbeyi  “Biji serok Apo”dan “ …. önü katliama açık provokasyona yol açmış olacağız. Taraflar dar çıkar bakışlı inatlaşmaları terk etme durumundadır….”  mesajını almasa öngöremeyecek    durumdaysa, bunun sorumlusu da T.C, devlet midir?

Provokasyon yapılacağını bile bile kendini koruyamayacak kadar küçük ve de çocuk 8 yaşındaki Beşir Ariflerin, 15 yaşında infaz edilen Emre Ekincilerin öldürülmelerini önleyecek saygınlıkta  bir mücadelenin şartı; belki de, artık suçun hep devlete, başkalarına atıldığı kolaycı düşünce, algı yapısından hızla uzaklaşmakdadır.

Ve Gezi’deki devlet terörü karşısında; marketlerin, arabaların, otobüslerin yakılmasını, molotof atılmasını demokratik tepki,  anlayışıyla karşılayanların Kobani protestolarında Kürtlere “Vandal” yakıştırmasıysa ironiden, ayrımcılıktan başka nedir ki.

Sevgi Alıcı’nın (18)  mutfağında yemek yaparken hayatını yitirmesinin nedeni; medeniliğin, demokrasinin, yaşamın kurdu şiddet; nasıl göstericilerin ırkına, mezhebine, statüsüne göre karşı çıkılacak bir olgu değilse; hiç bir kürdün de; sivil, gerilla 100 bin ırkdaşını hayatından etmiş eşit yurttaşlık, özgürlük, demokrasi mücadelesini yağmalama, hırsızlık  vari ahlak dışılıklarla gölgelemeye hakkı yoktur.

 Ulus devletin kendisine yıllarca yaptığını yaparak; kendisi gibi düşünmeyen, davranmayan bir Kürdü “Sık sık sık. Altına sık. Sen ne biçim nişan alıyorsun”la vurmaya, linçe teşvik eden, farklı herkesi ötekileştiren bir Kürdün de, artık; onarılması imkânsız duygusal kırılmalara yol açtığını görme vaktidir.

Tamam, birbirine karşılıklı nefret besleyenlerin barışması kolay değildir. Tamam, devletlerin, örgütlerin, partilerin, herkesin tek derdi haklı çıkmak. Bunun için alçakça yalan söylemekten, manipülasyona başvurmaktan, insanları ölüme atmaktan çekinmiyorlar. İyi de doymadı mı daha bu ülke; onlarca ölü bedenden akan kana.

Ne çok ölümüz var görmüyor musunuz; 3 günde kimin kurşunladığını bile bilmediğimiz tam 34 insan öldü, otuz dört. Ayrıca, iç savaşa sürüklenecek bir Türkiye’nin; hiç kimseye;  ne ortak düşman IŞİD’i durdurmaya, ne Ortadoğudaki Kürtlere faydası olmayacağının kanıtı Suriyeli mültecilerin trajedisi göz önündeyken; şiddetsiz, demokratik protesto hakkını kullanma olgunluğu kimseye bir şey kaybettirmez de.

Her can sıkan gelişmede Türk, Kürt siyasetçilerin ”çözüm süreci bitmiştir” tehdidi, şantajıyla namlunun ucuna sürdükleri Barış da; insanı sevgiyle kutsayan Hrant Dinkler, Vedat Aydınlar  neden yoksa bu topraklarda;  o yüzden  yoktur.

Bakma sen Hevalım, kırıklığına, dağınıklığa cümlelerimin. Herkes sırrına vakıf olmuş da hakikatin bir ben  dışında kalmışım vaziyetinde; eninde sonunda bir insanının hayatına kastedeceğinden masumiyeti bitirmiş savaşın ortasında,  barışı savunmak büyük cesaretken; keşke barışın, demokrasinin   “döndün ya…”, “gula mın, çokkk özlemişim”’in bedeli de bu kadar ağır, bu kadar ölümcül olmasaydı.


18.10.2014
Gülsen FEROĞLU





Meğer, herkesler de biliyormuş

İlk kaybın hep masumiyet olduğu savaşın Ortadoğu’daki gölgesinde, insan, bazen her şeyi unutup bir rujun rengini seçmeyi hayatının en önemli meselesi haline getirecek kadar aptallaşmak istiyor. Sonra. Sonrası Özdemir Asaf  “Sana gitme demeyeceğim/Ama gitme Lavinya/Adını gizleyeceğim/Sen de bilme Lavinya”

Karşındakinin bilmediğini bilmek, kimine Asaf gibi  kırık mısralar yazdırtırken, kimileriniyse dipsiz bir fütursuzluğa, otoriterliğe itiverir. İnsanoğlu da bilmeyince,  dayatılanı sorgulamayı da bir kenara atınca sadece öğretileni, yaşadığını gerçek sanır.

İşte demokrasiyi yaşamamış, özgür bireyin, medeni davranışın ne olduğunu bilmeyen böyle bir Türkiye; ” akıllarına çok ihtiyaç olduğunu” düşünerek her gün ekranlarda durmadan konuşan onlarca sunucunun, gazetecinin, siyasetçinin  kendini üstün, dokunulmaz saymasının nedenidir. Bu zat-ı muhteremlerinin hele de seçim sonuçlarını bir yorumlayışları vardır; evlere şenlik.

Avrupa’da, ABD’de de sonuçları aşağı yukarı Türkiye’dekine benzer çıkan seçimler yapılıyor. Bazen çok küçük bir farkla demokratlar, sosyalistler, yeşiller bazen cumhuriyetçiler, muhafazakârlar kazanıyor. Herkes demokrasi adına sandık sonucuna saygı gösterip, öncelikle de medeniyetin gerektirdiğini yapıp seçimi kazananı kutluyor.

Türkiye’de ki gibi daha sandıklar açılır açılmaz  “halkın tercihi mi? bana ne? …. bizim Başbakanımız, Cumhurbaşkanımız değil”, “…..çözümcülere, …. Osloculara, Kandil havarilerine….”  heyezanlı; kendine,  tuttuğu partiye oy vermeyeni  ötekileştiren liderler,  parti sözcüleri, gazeteciler, STÖ’ler  mi ??? vaki değildir. Oyu “seçmen şu mesajı verdi”li  yontmalara,  manipülasyonlara alet edilerek afallatılan seçmen de.
En komiği de, her seçim sonu bu beyanları yapan her  biri bir partinin,  liderinin …, …,  Demirel’in, Ecevit’in, …, Çiller’in, …,  Erdoğan’nın, Kılıçdaroğlu’nun, …, Bahçeli’nin yandaşı kişilerin, trollerin, destekçileri medyanın; birbirlerini “kutuplaştırıyorlar”la suçlamalarıdır. Demokraside, seçimlerde farklı görüşteki adaylar yarıştığından seçmenin tamamını hiçbir adayın; Obama’nın, Hollande’ın, Merkel’in dahi kucaklamadığını bilirler. Yine de   “ülke, git gide iki ayrı yöne doğru kutuplaşıyor”  masumluğunda, velveleciliği elden bırakmazlar.

Kutuplaşmanın temelini ulus devletin farklıya nefret, tahammülsüzlük, düşmanlık barındıran “tek millet, tek devlet ”ini tamamlayan tek adamlığının attığını gizleyen kurnazlıkta, kutuplaşmayı   yeni bir olguymuşçasına piyasaya arz ederler.

Halbuki, üstünde yükseldiği faşizm esintili, ötekileştiren Kemalist ideolojili sistemin yolsuzluk,  kayırmacılık, rüşvet, torpille beslediği ulus devleti yönetenlerin, yıllarca körükledikleri laik  anti laik,  Kürt, Alevi, Gavur, komünist, sağcı, solcu, …, …,  kutuplaşması değil midir Mustafa Suphi’leri boğduran. Koçgiri, Ağrı, Dersim isyanını, 30 yıl süren savaşı doğuran.  6/7 Eylül’ü,  onlarca katliamı; …,  Maraş,  Sivas, Roboski, darbeleri, idamları,  faili meçhulleri normal karşılatan.  Hortumlanmış 200 milyar dolar görev zararını halka ödettiren.

 “Kısa etek giyenlere kezzap atılıyor”lu yalanlar, “rejim tehlikede”  benzeri korkularla sağlamlaştırdıkları nefret,  bilinç yüklemeyle köreltilen zihinler sayesinde, inanmadı mı insanlar, 1960’da aklı zorlayan   “DP” nin  “ gençleri kıyma makinesinden geçirdiği”  yalanına.

Türkiye, bugün  yine; emek sarf etmeden düşmanlık, karşıtlık stratejisiyle belli bir yüzdelik oyu bloklayıp yandaşı kilitlediğinden yalnızca siyasilerin değil, her kesimin işine gelen kutuplaştırıcılığın  “Anayasa kitapçığını” fırlatmalı,  “gezi zekalılar”  hakaretli üsluplarının  arasına hapsedilmiştir.

Evrensel demokrasiden hep bi haber olan Türkiye’de;  adı ister Mustafa, ister  Tayyip, ister Kemal,  ister Ayşe olsun, neredeyse  herkesin, her kesimin “ gerçek demokrasi, hukuk, özgürlük bu” diye sunduğu;  kendine özgü bir demokrasi,  özgürlük, hukuk anlayışı vardır.

İllaki de  “Bağımsız Ege Proje”leriyle örtülü ırkçı, faşist  dillin etkisinde olacak bu demokrasi anlayışları otoriter olmakla kalmaz,  bir  yaşam biçimini de dayatır. Milletvekili, bakan, belediye başkanı kısacası bir makama gelmeyi,  yükselmeyi, ihale kapmayı, servet edinmeyi otoriter liderin, kadrosunun iki dudağının ucuna bıraktığından haliyle birey biatçı, toplum da ümmetçi olacaktır.

Onun içinde; E. Özkök,  K.Çalışkan,  N. Ilıcak, Koç, Boyner, Engin Altay, Oktay Vural,  onlarca Twitter Facebook kullanıcısı; karşıtları her kişiyi,  her görüşü, her tavrı “Cumhuriyet düşmanı”,  “diktatör”,  “hain”, “terörist, “dönek”, “aptal” yaftasıyla taşlatacak, linçletecek nefretlerini; M. Karaalioğlu, A.Kekeç, Y.Oğur, Cengiz, Şamil Tayyar kadar kutuplaştırıcı, biatçı, seviyesiz bulmaz.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin  tek galibi de ”Mührü Ekmeleddin’e basarken… düşünme, sorgulama…” tweetli Fazıl Say’ın,  “Mecburiyetten oy vermekten bıktık”la Enver Ayseverin ifşaladığı; tuttuğu partiyi,  lideri, fikri, grubu, mensubu kimliği, mezhebi tanrılaştıran biattır. Ki  “tıpış, tıpış” la içselleştirilmiş o biat laik Alevilere; basın toplantısını besmeleyle açan İhsanoğlunun; Türk-İslam sentezci fikirlerine göz kapattırıp, oy verdirmiştir.

Türkiye’nin en büyük talihsizliği, ayıbı da 21. yüzyılda;  okumuş, yazmış koskoca işadamlarının, gazetecilerin, siyasetçilerin,  profesörlerin, asker, sivil bürokratların bir lidere, bir cemaatte, bir gruba biatlığıdır.

Meğer “İhsanoğlu’nun kazanamayacağını biliyordum ama yazmadım” diyen algı operatörü Emin Çölaşan gibi hiçbir derde derman olmayacak kutuplaşmayı, gerginliği isteyen herkesler,  herkesler de biliyormuş seçimin sonucunu.  Peki aynı amaç; Tayyip’i devrime bordo timinde buluşan herkesler; en aydınlar, en laikler,  en ulusalcılar, en liberaller, en Kemalistler, en milliyetçiler, en cemaatçiler, en zenginler, en beyaz Türkler. Bütün bu en enler biliyordu da niye; düşmanları “Tayyip“e Cumhurbaşkanlığını 1. turda garantileten çatı adayı AKP’li İhsanoğlu’nu bağırlarına bastılar?

Tam 30 yıl, gözlerinin önünde; ölümden, gözyaşından başka bir şey getirmeyeceğini bile bile, ulus devletin tekçiliğinin, ceberrutluğunun dağa çıkardığı Kürt gençleriyle, Türk gençlerinin oluk oluk akan kanına, kan katan savaşgirliklerini nasıl, niye sürdürdülerse İhsanoğlu’nu da o yüzden bağırlarına bastılar.

Ve egemenliği hâlâ sonlandırılamamış “mecburiyetten oy verdiren” biattın sonucu vesayetçi Türk müesses nizamı demokratikleştirilemediğinden, ilkeli bir yenilginin nasıl büyük bir zafer, özgürlük taşıdığını  da kimseler  fark etmeyecektir.

Savaştan kaçıp şefkatine sığınmış Suriyeli mültecilerin linçletildiği Türkiye’de; herkes kendi içine bir baksa… bir baksa ; ne kadar irin, ne kadar zehirle  dolu olduğunu görecektir de…. “Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir diyor ya Ludwig Wittgenstein; belki herkesin mücadelesi de o  ânda;  biata  ‘hayır’  denilecek o ânda başlayacaktır.

Yaşamı kapısına koymayan Ortadoğu’da yine gece oldu. IŞİD mezaliminden kaçan Êzidilere, Hristiyanlara, Türkmenlere, Şiilere, Suriyelilere kalkan olan Kürtlerin damgasını vuracağı bu yüzyılda; Musul’da, Şengal’de, Cezaa’da, Kobanê’de kol geziyor ölüm,  kan kokuyor olmaz olası gece.

Vahşetin, ayrımcılığın, zulmedenin tükenmediği bu ölümcül  coğrafyada;  hep bir eksiği olacak ya da genç bitecek hayatlar…hep ertelenecek istekler…duyguların, aşkın kuytulara gömüldüğü isyanın, savaşın, kavganın orta yerinde;   ne bildiğini mutsuz edecek düşüncesiyle sevdiceğinden saklayan sevdalar düşer bize Hevalım,  ne de tamamlanan hayatlar.

Hani cümlenin sonuna konulan üç nokta var ya…hani söylendikten sonra sessizlik oluşan…konuşmaktan daha fazla şey anlatan o sessizlik var ya… işte o en çok Ortadoğu’ya… bu dünyaya yakışır. İnsanın kaderi de doğduğu ülke, coğrafyadır  değil mi Hevalım?

06.08.2014
Gülsen FEROĞLU







Sende bilme Lavinya

Hiç dönmeyecek olanlara öyle yandı ki içim, öyle yandı ki; yollarını kaybetti kelimelerim. Öyle işte… o çocuk düşlerimiz yok artık. Ki çerçevesini önce ailenizin, yaşadığınız ortamın çizdiği düşleriniz; bugünün sınavdan sınava koşturulan çocuklarının düşlerinin yanında ne kadar da ulaşılabilirdi; sana yağı, salça sürülü ekmek yerine şokellalı ekmek,  çamur, tahta değil plastikten bir oyuncak, kaloriferli ev.…

Düşlerinizin düş kalacağı, bir gün kimselerin bilmediğini de  öğreneceğiniz ‘helvacı güzeli’ masallı dünyanızda; ne vücudunuzun proporsiyonu bozulmasın diye belinize tahta bağlanmış, ne  her dakika ”dik dur”la  uyarılmış, ne de iz bırakmasın diye dikiş attırılmıştır yara, berelerinize.

Tatillerde gidilen memlekette ekmeğin nun’a, “adın ne”nin “name to çıko”ya dönmesini kanıksamayan, “alnım yaş, yüzüm yaş bana vuran Kızılbaş” nakaratlı oyunların şaşkını çocukluğunuzu kâbusa çevirecek “çocukları astılar”, “bizimkileri katletmişler”li ölüm haberleri. Savurup parça parça edecek de ” gâvursun,  Müslüman,  Türk değilsin ”  diyecek yaşıtınızdır.

Böylece “aslan yavrusu yiğitler, su içemeden öldüler”li türkülere yansımış dertleriyle; hep endişeli, hep üzüntülü, hep tetikte olmalarına alıştığınız, ekmek kavgasındaki ebeveynlerinizin yaşadıklarını yaşatacak farklılığınızı,   ilk haber veren de o yaşıtınız olmuştur.

Sonraları, bir gün ve mutlaka; pür-i paklıklarına kanıt diye söyledikleri ama ayrımcılığı katmerlendiğinden daha da acıtan; Güney Afrika’da Apartheid yanlısı gözükmemek için beyaz adamın  türettiği “ı have black friends” kalıbının Türk versiyonu “benim Kürt arkadaşlarım da var”ın bol değişkenli; Alevi, Ermeni, Süryani, başörtülü, komünist; kullanımıyla da karşılaşacaksınızdır. 

O kalıbın, asıl, ‘biz’in onları; ötekini yarattığı söylenemeyeninde gizlidir;  doğduğu toprakları değil üzerindeki devleti; farklı köken, mezhep, görüşteki insanları değil tek milleti sevmenizi “tıpış, tıpış” isteyen ulus devletin, beyinlere zerk ettiği ötekileştiren, faşist ideolojisi.

Kendinden olmayanı ötelemek yalnızca Türkiye’de değil dünyada da; ülkedeki etnik, dini, siyasi,  inanç grupları arasında üstün tutacağı bir kimliği illa ki bulacak, olmadı yaratacak ulus devletin ihtiyaç duyduğu bir olguydu. Ulus devlet, bu sayede yönetimde egemen kıldığı faşizmle, diktatörlükle kendinin, üstün saydığının tahakkümünü pekiştirmiştir.

Ulus devleti ötekileştiren ideolojisinden vaz geçirip; kültürüne, inanışına, diline, töresine saygı temelinde her kesime, her kimliğe eşit mesafedeki modern, rasyonel devlet haline getirense; totaliter yapısına ayaklanan ötekilerin mücadelesi. Ve milyonlarca insanı hayatından eden, yol açacağı savaşların yıkımıdır.  

Türkiye’de de ötekileştirme; İttihat Terakkicilerin Ermeni tehciriyle adımını attıkları,  Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığından uygulayamadıkları, Cumhuriyetinse harcına koydukları faşist ideoloji gereği, topluma dayatılan Türk, Sünni, laik kimliğe biat edilmeyince başlatılacaktır.

Ulus devlet, yöneteni üstünler; bir tek Anayasal statü vermeyip  asimile ettikleri kimlikleri, mezhepleri değil muhaliflerini de cezalandıracak. Bunun içinde Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kumpaslar, komplolar kurarak, suç yıkarak düşmanlaştırdıkları ötekileri, İstiklal Mahkemelerinde yargılatıp ibret-i alem için sokak ortası darağaçlarında sallandırmaktan da çekinmeyeceklerdi.

İstiklal Mahkemesi savcısı Sürreya Örgeevren’nin anlattığı  “…mahkemeye kara yağız bir Kürt genci getirdiler. …. Türkçe bilmediği anlaşılınca…… 'türkçe bilmeyen bir kimseden bu memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına karar verildi.' …o gece çocuğu astılar.”lı onlarca mezalime, katliama, baskıya maruz bırakılan ötekiler,  öz vatanlarının “EL”i edileceklerdi.


Siyasette, ekonomide ipleri elinde tuttuğundan; yasama, yargı, yürütme ve dahi denetlemeyi kendine toplayan her biri kendi başına bir hükümet tavırlı Türklere, Sünnilere en yüksek makamlar, ihalelerden, arazilerden pay vererek zengin, güzel bir hayata kavuşma imtiyazı tanıyan ulus devlette; ötekinin hayatta kalabilmesi de ancak kimliğini, inancını inkâra, asimilasyona “evet” demesine bağlıydı.

Öteki olmaksa kolay değildir; param parçalığınızı toplayamadan, kırıklarınızı onaramadan daha, daha kırılmak, daha da parçalanmak  “Aleviyim”in ardından gelen “sizde mum söndü varmış doğru mu”  karalamasına katlanmak. Kolay değildir “galiba müdür alevi olduğumu öğrendi”, “kimseye söyleme Aleviyim”, “Ermeni’yim”  fısıldaşmaları, Tunceli yerine Erzincanlıyım demeler, “ kapımıza dayanırlar, gidelim ”le yaşanan yerin terki.

Onun için asırlar geçse de; tehcirde annesinin “Ermeni olduğunu unutma” sözü aklına kazınan Zabel’in; günlüğünde “hayatımı kaos, acı çekme ve ölüm üzerine kurmam mümkün değil” yazan, 15’inde de Nazi kampı Bergen Besen ölen Yahudi Anna Frank’ın,  beyazlarla aynı otobüse binememiş bir zencinin çaresizliğini en iyi anlayacaklar kuşkusuz ki ötekilerdir.

Zira, Bulgaristan’da Belene kampında Türk İbrahim Terselli, Maraş katliamında  “… “başbuğ Türkeş diye bağıran 500-600 kişi tarafından evi” sarılan Seda Bilmez,  Bosna’da evlatlarını Sırpların öldürdüğü Esad Tufekciç,  Madımakta iki evladı yakılan Hüsne Kaya, Kürdistanda sadece 1994 yılında boşaltılan 1500 köyün, mezranın yaşayanları, bombalanan Gazze’nin Filistinlileri; ne çekmiş, ne yaşamışsa biraz fazla, biraz eksik, dünyadaki bütün ötekiler de aynı şeyi yaşamış, aynı şeyi çekmişlerdir. 

Bugünde, ulus devletin yoldaşı Türk de, ötekileştirdiği de farkındadır; aralarında çoktan bitmiş bir ilişki vardır. Velakin nokta konulup yeni cümleler, kelimelerle eşit bir ilişkinin temeli atılacağına, yetiştirildikleri ırkçı ideolojinin etkisinde;  nefret, öfke saçan neredeyse herkesin, her kesimin bazen kendi çapında bir faşiste dönüştüğüne tanıklık edilecektir.  Öyle ki kendini ötekileştirenle birlikte bu defa da gücün yettiği; “ pis  Suriyeli’ler”, “bütün İsrailliler yok edilse…” , “ AKP’ ye oy veren teneke”, “Gezi zekâlı”, “ züppe”,  “bizim mahalle”, “onların sokak”la ötekileştirilecektir.

Şimdi 301 madenci Soma’da katledildikten sonra 18., 19. yüz yıl  şartlarında çalıştırıldıklarının  anca gün yüzüne çıkabildiği  bu cennet  vatanda;  kazanmak, seçilmek uğruna fikrini, kendini sıfırlayarak  aynı anda; hem ilerici hem muhafazakâr,  hem demokrat hem faşist, hem batılı hem batı düşmanı olabilen Demirel figürlü siyasetçilerin saf dışı bırakılması,  ulus devletin kendini yenilemesinin, demokratlaşmasının da yolunu açacaktır.

“Alevi’dir, ‘Kürt’tür ama çok iyi insandır”da bahşedilen iyinin öznesi,  sonuna da  hep  bir ‘ama’nın konduğu  hayatlar  yaşayan. “Hayır ben sizden değilim” diyerek koca bir yalnızlığı da göze almış o yüreği çelikten insanlar… o güzel, naif gülüşlü kadınlar… o güzel bakışlı çocuklar  …var olduğunu sandığım ‘yok’larla harcadığım vakitlerdi, yitip gittiler.  Hani;  Berkin (15), Burak (21), İbrahim Aras (15)  hani,  yaşlanınca ölecekti insanlar. Dünyanın gözü önünde İsrail bombalarıyla can verirken Ahed (10), Zekeriya (10), Ramez (9)  Bakr; hani,  allahın emriydi ölüm.

İlk kaybın masumiyet olduğu savaşın gölgesinde insan bazen her şeyi unutup bir rujun rengini seçmeyi hayatın en önemli meselesi haline getirecek kadar aptallaşmak istiyor. Sonra. Sonrası Özdemir Asaf  “Sana gitme demeyeceğim/Ama gitme Lavinya/Adını gizleyeceğim/Sende bilme Lavinya”

Gülsen FEROĞLU
20.07.2014






O, ne şeker bir laiktir

İşte hepsi bu; sonunda bir hiçliğin içinde yitip gidecek her şey şehr-i İstanbul’da da, şehr-i Amed’de de. Öncesinde, yaşaması gereken bir ulusun karşısına yok edilmesi gereken,  ötekileştirilecek diğer bir ulusu, dini, mezhebi  koyan faşizmi  benimsemiş, ulus devletlerin mekanı Ortadoğu’dasınızdır.

Ötekileştirilene nefretle her gün onlarca insanın öldürüldüğü Ortadoğu’da; neredeyse tamamı Demirel’in Makyavelist siyasetinin esiri parti liderlerinin kıskacındaki Türkiye’de; her şey öylesine de aynıdır ki. İşte bu Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Kamalak, Baş’ın , ..,…, partilerinin rotasını belirlemeden aday seçimine kadar, her konuda, Erdoğanın otoriter mantığı, tavrıyla aynı; tek adamlıklarını demokratik sayanların sayesinde gördü güzel ülkem; Ekmeleddin İhsanoğlu’nu.

Ama el hâk; İhsanoğlu’da dahil tabanına, grubuna danışma lütfunda bulunmadan gösterdiği her adaya eyvallah demiş çoğunluğu Alevi seçmeninden, AKP’li seçmende yerdiği biaatçılığı garantilemiş Kılıçdaroğluna kim yanlış yaptın diyebilir?

30 Mart 2014’te; Hatay’da AKP’li, Ankara’da MHP’li, İstanbul’da YDH’lı birini aday gösterdiğinde “mükemmel taktik”le CHP’ye  destek veren Hasan Cemaller,  Enver Ayseverler, ulusalcılar, beyaz Türkler, Aleviler, solcular, doku uyuşmazlığı yaşadıkları İhsanoğlu’nu niye aday gösterdin diyebilirler mi Kılıçdaroğluna?

Mükemmel taktiği geçer not almış Kılıçdaroğlunun aklına da  herhalde gelecek  son şeydir; “CHP’lilerden …. Ankara’da kahramanlarına küfretmiş bir adaya oy vermesi istendi”yi yeni yazan Can Dündar’ın,  ülkücü Mansur’a oy vermeyi, verdirtmeyi içine sindirmişlerin;  MC’de Türkeş’in danışmanlığını yapmış İhsanoğlu’na oy vermeme ihtimalleri.

Zira, karşı çıkılan, hoşlaşılmayan her kim, hangi hükümet, partiyse;  gitsin de kim gelirse gelsin fark etmez dendiği anda, gitmesi için  her şeyden, her değerden vazgeçilip,  her türlü çirkinliğe, oyuna, yanlışa ‘evet’ denileceğinden, varılacak kaçınılmazlık da karşıtına dönüşen ilkesizlikten başka bir şey olmayacaktır. 

Böyle çoğunluk Sünni, Türk,  muhafazakâr; CHP %26+ MHP %17,63+ diğer% 2,77 =  %46,4 azıcıkta AKP’den oy, Çankaya bizim düşüncesiyle aday  yapılan İhsanoğlu; alternatif üretmeden yalnızca gözü, aklı kör eden Erdoğan kindarlığı,  karşıtlığı üzerinde politika yapanların son durağıdır.

Mevzu bu kadar basit, çoğunluğa uyarak kazanmaysa yeni, yepyeni bir açılımdır. Şöyle ki bir Kürt, bir Alevi, bir Ermeni, bir değişimci, kökenini, mezhebini, fikrini Sünni, Türk,  muhafazakâr çoğunlukta eritebilseydi; eşit yurttaşlık talebi, ana dilde eğitim vari onlarca sorun  çoktan hakkın rahmetine kavuşacaktı. Vallahi de billahi  Galileo,  Danton,  Marx,  Lenin, Mandela ,,,,, muhalifler;  doğrularına sımsıkı sarılacaklarına, farklı oldukları çoğunluğa uysalardı onca musibetle de  uğraşmayacaklardı.

Neyse geçmiş, geçmiştir de şu “Sarı saçlım, mavi gözlüm” muştusunu bekleyen “Mustafa Kemalimin askerlerini” anlayan beri gelsin. Dünya dert görsün; Enes, Furkan, Sümeyye yetmedi bir Ekmeleddinimiz eksikti diyesilermiş. Neymiş efendim; seküler, Kemalist, medeni kadınların, erkeklerin köküne kıran mı girmiş; Türkiye’ye 27 yaşında gelmiş Kahire doğumlu biri   çatı  adayı  yapılmış…mış. Üstelik, Nihat Hatipoğlu karşılarında sohbetteyken.

Dilimiz lal olaydı da demeseydik, klavyemizin tuşları kilitleneydi de  yazmasaydık “tatava yapma, bas geç” diye; nerden bilesilermiş bir gün kumpasa getirilip “tatava yapılmayacak gibi de değil ki kardeşim”  haline geleceklerini. Yok, yokkkk!!!! Diyarbakır’da  “bana oy verseydiniz Roboski’nin hesabını soracaktım”la Kürtleri fırçalayan, aklı da Lice’de bayrak indiren 16 yaşındaki çocuğu “alının çatının ta ortasından“ vuracak Bahçeli’ye kaymış Kılıçdaroğlu sosyal demokratsa, Bahçeli’de Willy Brandt’mış.Nokta.net yani.

Şüphesiz ki bu “yalnız ve güzel” ülkenin tekçi ulus devletini kuran; haşmetmeabınız CHP’nin tavrını hiç mi hiç hak etmediniz. Ancak, altı üstü bir PR’a bakar. Kristal elmayı kapacak dizayn duayeni Doğan Medya Center, Zaman ortak  yapımı overrated Ekmeleddin güzellemeleri gösterime sunuldu bile.  “Çatı adayı AKP’yi tedirgin etti?”li üstün akademik, entelektüel CV’li parlatmalar; ahhhhh, ah bi tanısanız. Bi tanısanız nasıl da seveceksiniz. Ne şeker, ne kibar, bir laiktir o, ne  Atatürkçü…ne…ne…

Başörtülü kadınlara,  badem bıyıklılara saygısızlık,  ayrımcılık mı haşaaaa,  yine de; dünürü” daha onun namaz kıldığını görmedim” demiş; genetiği Çankaya’da başörtülü  “firts lady” görmektense ordu dipçiğine  kodlanmışlara da  dip not: eşinin başı açık. Daha datlısını nerden bulacan Ey seçmennn!!!ilahî buldun, bunuyon.

Bazıları da tutturmuş; Türkiye’deki hangi özgürlük, hangi demokrasi, hangi hukuk mücadelesinde yer aldı. Düne kadar Kürtler, Aleviler, mütedeyyinler, LTGB’lerin sorunlarına dair bir fikrini duyan, duruşunu bilen,  gören var mı diye. Duyan da bildiklerinden, tanıdıklarından çok hayır görmüşler sanacak. Değil mi ki koyunun hayat hikâyesi hep aynı yerde; mide de bitiyor! at bir tweeeet; akıt zehrini, rahatla anam, babam.

Pardonne moi güzellerim,  Cumhurbaşkanı adayı şöyle olmalı, böyle olmalı diye say say, onlarca istişarede bulun, formüller türet. Sonra, seçim dediğin de farklı siyaset, partiler, adaylar arasındaki yarışken,  sen tut,  bankadaki milyonlarına kadar muhalefet ettiğin zihniyete tastamam kapak birini aday göster. İhsanoğlu,  AKP’nin adayı olsaydı artı saydıkları özelliklere,  sıfatlara  “AKP  kutuplaştırıyor”la   başta artık bir vücutta bütünleşmiş Devlet-lü-Kemal karşı çıkmayacak mıydı? 

Hem değişimi getirecek, yönetenleri hizalayıp hataları önleyecek  farklı fikirlerden, farklı  kadrolardan  süzülen doğrularken tek fikir, tek aday etrafına toplanılacaksa seçime¸ demokrasiye ne gerek var dimi sultanlarım.

Bir de nedir o, uzlaşı, uzlaşı çırpınmaları. Uzlaşı; ırkçılığı, milliyetçiliği dışlayan evrensel değerler; eşitlikte, kardeşlikte, demokraside, hukukun üstünlüğünde,…,…, buluşmadır. Yoksa,  Bahçeli’nin katilliği tescilli Ünal Osmanağaoğlu’nun cenazesine katıldığı, Celal Adan’nın da “O büyük bir Türk Milliyetçisiydi” diyebildiği MHP’ye payandalık değildir.

Her seçim öncesi bir erdem gibi sunulan ”oyun boşa gitmesin,  bölmeyin ” laf-ı güzaflı hayasızca akınlar da; demokrasiyi hiç yaşamamış, hiç bilmemiş ülkelerdeki sakat demokrasi anlayışının sonucudur.

İnsanlardan  “boşa gitmesin”le kerhen bir partiye, bir adaya şuna, buna oy  vermesini istemek; bu toprakta yıllarca hüküm sürmüş  “ iyisini ben bilirim; benim düşündürdüğüm kadar düşün, benim gösterdiğim kadarını gör”lü üstenci Kemalist ideolojinin izdüşümüdür; bugüne.

Halbuki, bir oy alacağını dahi bilsen  “ikincisi de benim olsun, savunduğum parti, fikir ben oy vermezsem nasıl hayat bulacak ”la tercihini, temsil hakkını sandıkta kendini ifade edenden yana kullanmaktan geçiyordur, belki de insanın, geleceğin özgürlüğü.

İslamcı otoriteyle, ırkçı ulusalcı otorite arasında kapana kıstırılmış Türkiye Cumhuriyetinin hüzünlü öykülerin kahramanı olmasına son verecek de belki , halkın daha kullanmadığı oyunu bile babalarının tapulu malı sayan ‘dayı başı’ liderlere, seçim barajı ayıbına karşı; “Ferman padişahınsa, oy benimdir ” isyanıdır.

Gel gelelim seçime. Asimilasyon, vesayet, yoksulluk, ölüm, acı, sevinç, kavgayla harmanlanmış hayatıyla bireyi, özgürlüğünü kutsayacak  Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy almayı hak eden tek, yenilikçi adaydır.

Hevalım; çocuklukta… gençlikte… Kürdistanda…darbelerde,  Maraş’ta, Madımak’ta, Roboski’de, Gezi’de, Soma’da, okulda…işte…sokakta…parça parça ettiler…kırdılar…senin gibi…öteki herkes gibi beni de; Hevalım.

 Hiç dönmeyecek olanlara öyle yandı ki içim, yollarını kaybetti kelimelerim. Öyle işte…o çocuk düşlerimiz yok artık.


Gülsen FEROĞLU
  06.07.2014





Yaşamak, başlı başına bir inattır Hevalım

Hayat,  sadece başımıza gelenler değil, başımıza getirilenlerdir de. Ve “çocuğum bol bol masal dinle/ henüz inanırken…”  Zira;  adı ölüm..  adı savaş.. adı bir anda ülkelerin sınırlarının değişebildiği Ortadoğu olan bu diyarda;  Külkedisinin prenses, çirkin ördeğin kuğu olacağını duyamadan koca bir yetişkine dönüşüp, en derinlere gömebileceksin çocukluğunu, bir günde.

İnsanların mezar başında konuştuğuna gözyaşı akıttığı, çocukların hayatta geri dönülmeyen bir yerin varlığını öğrendiği; her gün en az bir işçinin iş, beş kişinin trafik kazasında öldüğü,  kadınların, çocukların şiddet sonucu öldürüldüğü bu diyar!

Ah bu diyar! Bir günde  tam 432 çocuğun yetim kaldığı Soma’da;  sabah “topuklu ayakkabı alacağını“ söyleyen babası Celal Sevinç’in akşama öldüğünün haberini almış 11 yaşındaki Serpil’i,   12 Eylül 1980 öncesi öldürülen  adı: Renan Eriş, adı: Ahmet Güder,.., ...,, olan 5 bin 388,  30 yıl süren savaşın  hayatından ettiği 60 bine yakın Kürt yurttaşını, onca katliamı, onca ölüyü kucaklamaya daha da ölüme doyamayandır.

Ah bu diyarda; medeni dünyanın hayret edeceği  onlarca basit gerekçe; gaz maskesi olmadığından, iskele çöktüğünden, devletin silahlı  görevlileri ateş edip,  gaz bombası attığından, diline, ibadethanesine konulan yasağa, AVM,  kalekol  yapımına karşı çıktığından, doktor yanlış teşhis koyup ilaç verdiğinden, sele, depreme önlem alınmadığından,…, ..,yani  bir hiç yüzünden kaybedilmiş on binlerce can.

Düşünsene, bir cenazeye katılmak üzere evden çıkıyorsun, cem evine doğru. Avluda dolaşırken bağrış, çağrış, kurşun sesleri. Boylu boyunca düşüyorsun avluya. Bu dünyada son kez adlandırdığın tek şey; bir kurşunun keskin acısı. Sonrası. Sonrası yok.  Evden beş dakika geç çıksa, bir tanıdıkla sohbete dalsa, o avluda,  o cadde de, o madende bir adım eksik atsa ölmeyeceğini nerden bilebilirdi; Uğur Kurt, Ayhan Yılmaz,  Ramazan Baran, Baki Akdemir , İbrahim Aras, Celal Sevinç,,,,,.

Uğur’un avluda, Ayhan’nın cadde de,  Ramazan,  Baki, İbrahim’in yol üstünde akan kanına, yerde yatan fotoğraflarına iyi bak Eyy yüce devlet! 15 yaşındaki Berkin için ” ölmüş, geçmiştir” diyebilen Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan! O resimlerden ötesi, yok artık. 

Kendilerinden önce devlet,  kul eliyle öldürülen 5 bin 388, faili meçhul cinayet kurbanı 20 bin insan gibi Berkin, Uğur, Ayhan, Ramazan, Baki’nin de katilleri, failleri bulunup, yargılanmadığından evet! ölmüşlerdir ama geçmemiştir, geçememiştir. Öylece kalmışlardır vuruldukları yerlerde, kanayarak, hâlâ. 

Hem bir ibadethanenin avlusunda, sokakta, yolda, iş yerinde kol geziyorsa ölüm yoldaşı şiddetle, ne anlamı var Türkiye Cumhuriyetinin varlığının? Ne anlamı var, vatandaşının canını koruyamayan devlet diye ortalarda dolaşan ucubenin?

Eyy protestocu sende iyi bak! Yıllarca aynı havayı soluduğun, belki Berkin’nin cenazesinde, belki bir protestoda  yan yana yürüdüğün, belki parkta,  belki bir bankta rastladığın Uğur’un, Ayhan’nın, Baki’nin, …, …, resimlerine. Kızsan da, hakaret etsen de bu satırları yazana; devletin terörüne meşruiyet  için seni çektiği bermuda şeytan üçgeni; şiddet, ölüm sarmalında masumiyetini, merhametini nasıl kaybettiğinin resimleridir onlar.

Söylesene; Ethem, Uğur, Ayhan, Ramazan, Baki, İbrahim’in  yerde yatan resimlerine bakarken hangi ölüm anlamlı gelir insana…hangi kavga…hangi savaş…hangi mücadele….hangi sevda…

Bunca ölüme neyi, nasıl yapsak ta yüreklere ateş düşmese, canlar yitmese denileceğine; herkesten, her kesimden, her yerden taşıp sokakları kaplayan kalıtımsal bir nefret kültürüne,  bir savaş diline teslimiyet. Medeni bir  iletişim,  ilişki; anlama, konuşma, empati  yerine karşıtını boğma, mahvetme, savaşma  isteği.

Sonuç; ulus devletin “hain, güvenilmez, terörist”  nefretiyle ötekileştirdiğine, yeni ötekiler ekleyen;  muhalifini  “gezi zekalılar”,  “Bayrak indireni alnının çatından vurun” , “Bayrağı indiren  hükümettir ”le iten bir Başbakana,  muhalefete, siyaset dizaynını görev algılayan  “ne bayrak kaldı, ne toprak Kevgire döndük” manşetli “sözcü”   bir medyaya sahip diyar-ı Türkiye. “Suç devlette” “hayır, ortalığı karıştıran teröristler” çıkışıyla karşıtına şiddeti, ölümü  “hak ettiler” mantığıyla meşrulaştırma, kutsama.

Kutsanmasa ölüm Hayat yerine; kim savaştırabilirdi hakları. Kim koşardı ölüme, öldürmeye, cihada. Hangi annenin yüreği dayanırdı evladının kaybına, yüce bir amaç; vatan, bayrak, demokrasi, özgürlük, hak, hukuk Allah, din  yolunda öldüğüne, öldürüldüğüne inanmasa.

Onlarca hayat da  işte bu;  mensubu kökene, mezhebe, dine, fikre, örgüte, partiye biatla daimileşmiş nefretin dışa vurumu şiddeti, ölümü kutsayanların, kitlesini  galeyana getirmede kullandığı yoksulların, gençlerin ölümünü, siyasetinin, propagandasının aracı yapma çağdışılığında yitip gitmektedir.

Şimdi, bir kez olsun “uğruna öldüğün, öldürdüğün savaş, çatışma neydi, ne değildi”yi sormadan “vatan sağ olsun“la evlatlarının ölümüne dayananların,  yıllarca erteledikleri yüzleşme, sanki  “Savaş, savaş, savaş, Barışa hayır” sloganıyla Lice’de yürüyenlerin karşısına dikilmiştir, korkarak.

Yeni ölümler, acılar getirme dışında hiçbir şeye faydası olmadığını bile bile hep savaşa, hep ölüme koşacaksak Hevalım, ne anlamı var yaşayamadığın ama feth ettiğin toprağın. 21 yy’da yok mu ölmeden, öldürmeden, yanmadan, yakmadan yaşamanın, mücadelenin bir yolu, yoksa da niye bulamıyor bunca insan.

Yoksa özgürlüğün, demokrasinin, sevginin, kardeşliğin hüküm süreceği bir gelecek, bir hayat için mücadele ederken farkında olmadan  hepimiz; acı, ölüm, gözyaşıyla kamçılanan bir hayat  felsefesinin tutkunu mu olduk?

Oysa, siyasetin, dinin, ideolojinin, ırkın insan hayatından sonra geldiği uygar, demokratik zihniyette ölümün kutsanması miadını doldurmuş bir olguyken; her savaş, her  öldürme nasıl da bulanıklaştırıyor her şeyi; doğrularımızı, bize öğretilenleri  “… ölümsüzdür,…. “ sözcüklerini. Nasıl da boşlukta sallandırıyor hayatı; bir babanın, bir annenin gözyaşları, evladına bir daha sarılamayacak, sıcaklığını duyumsamayacak olması yanında.

Devletin sivil, asker eliyle ötekileştirdiklerine reva gördüğü …, …, tehcir, Ağrı, Dersim, Maraş, Roboski vari onlarca katliam, darbeler, 6/7 Eylül’de, daha dün  Gaziosmanpaşa’da sergilenen ırkçılık, diz boyu adaletsizlik, asimilasyon. Bunların hepsi, daha fazlası yapıldı, yaşandı. Evet, savaşa zorlandın… öldün…öldürdün… hapislere atıldın …

Ama  hangi savaş…. hangi mücadele … hangi savunma bir hayatı yok etmişse saygın,  hangi zafer yok olmuş hayatlar üzerinde yükselmişse kazanılmıştır. Hangi zafer de günahsız, berelenmemiştir bir insan öldürülmüşse.

Madem ki karşılıklı uzlaşmasız, ödünsüz gerçekleşmesi olanaksız barışı, siyaseti elinin tersiyle itiyorsun. O zaman var sen anlat Hevalım; “Hep bekledim oğlum gelecek diye. Salonda camı açıp bekliyorum....” diyen Sayfı Sarısülük’e, yarım kolu beyaz tişörtünde  Ali İsmail’inin sıcaklığını arayan Emel Korkmaz’a, oğlu Fikret’in; Sipan Amed’inin  18 yıl sonra  öldüğünü duyan annesine,  yaşamanın  ne kadar lüzumsuz  olduğunu. Hanımeli kokulu sokaklar çocuk, genç kahkahalarıyla çınlar, elde simit ağaç gölgesinde “Tanrım verdiğin şu hayat/fena değildir”le Cemal Süreyya  selamlanırken.

İnsan ölüme bu denli ev sahipliği yapan; caddeleri, sokakları ölmüş,  öldürülmüş insanların isimleri, resimleri, afişleri, büstleriyle dolu bu diyarda;  belki de yaşamak nedir onu bile bilemiyor. Bildiğim, ta 16 yy’da Montaigne’nin “ bize yaşamayı hayat geçtikten sonra öğretiyorlar”  dediği yaşamak,  “inadına” olmamalıdır. Çünkü yaşamak zaten başlı başına bir inattır değil mi Hevalım?

Onun içinde dünden farklı kendini, kimliğini, taleplerini ifade edebildiğin bugünde işte hayat, işte ölüm. İşte savaş,  işte barış. İşte molotof, işte şiddetsiz direnç; sivil itaatsizlik. Ya umursamaz, değer vermezsen kimsenin de umursamayacağı kaybetmeyi göze aldığın hayatını sür namlunun ucuna. Ya da artık bilinmedik bir şey söyle.

İşte hepsi bu;  sonunda bir hiçliğin içinde yitip gidecek her şey şehr-i İstanbul’da da, şehr-i Amed’de de.

Gülsen Feroğlu
16.06.2014






Baoo, bir ayarda sen ver Kürtlere


Bir gün… bir gün bir şey… bir gün bir hayat kaybedersin; bir nefes,  bir bakış, bir anı,  bir fotoğraf. Senden o gün bir şey gider,  sonra çok şey; Ve o kadar çok ki ölümüz. Endişelenme! duydum seni de. Hayır, öyle sandın. Peki, sandımsa, gerçek neydi? Gerçek, seni duyduğum kadar, senin beni duymadığındır. 

Sen; “Mustafa Kemalin askeri”,  liberalim,  cemaatçim, beyaz Türküm; şöyle dürüstsün, böyle şahanesin,  sadece gerçeğin peşindesin diye diye dolandın…durdun da...bir kerecik olsun baktın mı yere göğe sığdıramadığın gerçeğe, ne olduğuna.

Gerçek, bizi birbirimizden ayıran; darbelerin, katliamların, Soma’ların, fukaralığın getirdiği acıların aramıza girdiği “eskiden yoktu Kürt, Türk, Alevi güzel, güzel yaşıyorduk” dediğin, koca bir hayatın varlığıdır. Daha ne olsun! 

Satre’nın yazdığı “Başkaları, cehennemdir”i yaratmış ulus devlet yönetenlerinin doğuştan fişleyerek ötekileştirdiği o hayatta; çocukluk; Maraş katliamı ertesi evin duvarlarında kırmızı (x) işareti arayan babalı,  Ramazanda kapalı perdeler ardındaki sofrada annenin “çabuk yiyin”  korku komutlu, şivenizle alay edildiğinden teneffüslerde bir başına oturulan tahta sıralıdır.

Makbulün Türk, Sünni, seküler olduğunu bilmediğinizden “neden, niye”li çocukluğu izleyen; “sakın! Aleviyim deme,  hele Kürdüm hiç “  tembihli gençlik;  kampüse toplu çıkışlar, Auschwitz’e çevrilmiş Diyarbakır, Mamak cezaevleri. İşkence gören, öldürülen, asılan o güzel, o parlak gözlü yoldaşlar. Çokça da çaresizliğiniz, tek başınalığınızdır.

Dahası devrimcileri, mütedeyyinleri, gayri Müslimleri, …, …, emekçileri de kavurdukları cehennemi daimi yapmaya yeminlilerin; köy meydanında, hapiste “Türksün”, “Türkçe konuş”la döven,  “teröristsin“le  öldüren  tekçiliğine,  linçine dayanamayan, dağa vuran Kürtler.

Yıllar önce Yeşilyurt’ta Yüzbaşı köylülere insan dışkısı yedirdiğinde bitmiş insanlığı, “bölücü, hain” Kürtlere hak gördüğünden sana göre elbette; yoktu devlet terörü, yoktu adaletsizlik. Ülkenin gerçek sahibi yapıldığından baskı, zulümle karşılaşmayan bir ırkın mensubu sen; özgür dünyana 500, 1000 km uzaktaki Kürtlere yapılanları önemsiz bulduğundan elbette  “güzel, güzel” de yaşıyordun.

Oysa öyle Radikal okuyup,  CNBC-E izleyince, Nispet’te “Yine mi güzeliz, yine mi çiçek”i söyleyince, Immanuel Wallerstein okuyunca elit olunsa da; medeni,  adaletli, eşitlikçi olunmuyordu be güzelim, yakışıklım; onlarca Guernica çizilir, insan onuru postallarla,  TOMA’larla, panzerlerle  ezim,  ezim ezilirken vatanının Doğusunda, Güney Doğusunda; Kürdistanda. 

İşte devletin orman, köy yakıp, tonlarca bombayla dağları devirdiği, bir hiç’i feth etmek üzere savaştırdığı Mehmetçikle, Kürt gençlerinin birbirini öldürdüğü bu minval üzerinde geçen yıllar, sonunda “çözüm” sürecini dayatıvermişti. Süreç dura, kalka ilerlerken 30 Mart 2014’te buyurganlığın en baba sloganı  “tatava yapma”nın peşine takılan ama nasılsa biatçı olmayan en aydın,  en abi gazeteciler de CHP’ye oy vereceklerini açıklamışlardı.

Kendilerini CHP’yle bağlayınca, otomatikman  CHP’yle seçim  hezimeti yaşayan  Hasan Cemaller, Koray Çalışkanların , …, …, …,  Kürtlere negatif  hizmet hareketinin, Mart 2014  Fethiye’de, Samsun‘da Kürtleri linçe kalkışmış ırkçıların;  görünen tek hedef “Erdoğan karşıtlığı ”üzerindeki  ittifakına katılmayan Kürtler,  bir anda hezimetin sorumlusu zanıyla kara  listeye alınıvermişlerdi.

Hal böyle olunca; çocukça, acınacak “kurudu, kaldı ”lı laf sokuşturmayı, mesnetsiz iddiaları gazetecilik algılayan medyanın yeni sürümü “aman geç kalma, bir ayarda sen ver Kürtlere” piyasayı ele geçirmesin mi.  Bolu beylerinden;  nefret suçunu bildiğinden  düşüncesini direkt yazmayıp bir taksicinin ağzından “ Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürtler oylarını Erdoğan’a mı verecek?” diye sordum. “Kürtler çok aptal ….”  yazan Şahin Alpay,  “Batı’da faşizm, doğuda özerklik mi?” yazan  Mehmet Altan,  “…Dersim, Cizre’deki Soma protestolarına müdahale edilmiyor” tweetli  Kadri Gürsel de  şahlanmasın mı.

Bu,  AKP’nin seçim kazandığı 2002 yılına  kadar;  dört darbe, birkaç darbe teşebbüsü geçirmiş, Türkiye’de;  her şey güllük gülistanlık, faşist diktatörlük  hiç yaşanmamış yazılarını okuyan, konuşmalarını duyan insanların da haklı olarak  nutku şaşıvermesin mi.

İşin kötüsü, her aklına esenin hoşlanmadığını diktatör ilanı karşısında,  ülkede diktatörlük “var mıdır, yok mudur”u tayin etsin diye başvurulacak Standard & Poor’s vari uluslararası bir adreste yoktur.

Acaba, hep örtülü, örtüsüz faşizme maruz kalmış ötekilere, Kürtlere yaptıklarına bakıp; hafif,  orta,  yüksek, ultra diktatör ayrımına, biz mi tabii tutsak başbakanları. Buna göre iktidarlarında İstiklal, Sıkıyönetim, Devlet Güvenlik, Özel Yetkili mahkemelerle, Takriri Sükûn,  141-142, 163 maddeli TCK, TM kanunlarının yasalaştığı Mustafa Kemal, Okyar,  İnönü,  Menderes, Demirel, Ecevit, Ulusu, Özal, Yılmaz, Çiller, Erbakan,  Erdoğan, hepsi de diktatör müdür?

Ya Faşizm; misal, 650 bin kişinin tutuklandığı, 50 kişinin idam edildiği Evren’li yıllarda mı, Özgür Gündem’in 76 çalışanı dahil 20 bine yakın faili meçhul cinayetin işlendiği, JİTEM’in  tavan yaptığı, merkez  medyanınsa “sarışın güzel kadınlığına” vurulduğu Tansu Çiller’li yıllarda  mı  yaşanmıştı.

Yoksa bugünü; darbeden ilk “Hatırla Sevgili” dizisiyle haberdar olmuş, devlet terörüyle  “Gezide” karşılaşmış biri diktatörlüğün, ”Asılacak adamsın ulan” kapaklı Türk Solu dergisini gösteren bir diğeri demokrasinin;  yasaklı Sason, Xîyan dağlarına, yaylalara çıkma özgürlüğünü tadan 1984 doğumlu bir Kürt de azıcık demokrasinin göstergesi sayabileceğinden. Ortada her kesimin, her insanın karşılaştığı yaptırımlara, baskıya göre bir diktatörlük, faşizm, demokrasi tanımı, algısı  ya da algı yönetimi mi  vardır. 

İyi de insanın algıladığı, sandığı,  medyanın, liderin, partinin, örgütün, sendikanın algılattığı, sandırdığı mıdır, gerçek? İnsanların bir gün o yalana inanmalarını umarak; Kürtlerin “batıda faşizme” geçit verdikleri yalanını algılatma projesi gerçeği yansıtır mı?

Bedeli iç savaşta 50 bin kürdün hayatı olan;  demokrasi, özgürlük mücadelesinde; zorun savaş değil barış olduğunu günahıyla, sevabıyla kavramış Kürtlerin, herhangi bir yerde faşizmden yanalığını geç yazmayı, akıldan bile geçirmek Vicdansızlığın ta kendisidir. Bu vicdansızlığa cevabı da bırakalım  Sabahattin Ali versin;  yüzde yüz haklı “ Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer.” sözüyle.

Ayrıca sırf beyaz Türklerin, cemaatin; devletin olanaklarını, kent rantını kırpışmada AKP hükümetince dışlanma kızgınlığını, histerikli nefretlerini  “demokrasi, özgürlük”le makyajlama tuzağına düşmediklerinden hedefe koyulan Kürtler, kendilerini kimseye ispatlamak, beğendirmek zorunda da değillerdir.

Yıllarca her yenilgiye,  yalana mazeret üretip, suçu hep başkasında arayan, bulan müesses nizamının tekçi Kemalist ideolojisi dimağlara öyle bir zerk edilmiştir ki. Ne kadar özgürlükçü, ne kadar demokrat geçinilirse geçinilsin, her an,  herkesin içinden inceltilmiş bir RTE, bir Yusuf Yerkel’in fırlayacağı Türkiye’de;  zaten Kürtler de idama giderken incinmesin diye Pir Sultana taş yerine gül atarak daha çok yaralayan yarenliklere alışkındırlar.

İlk taşın  hep beklemediğin insandan geldiği bu dünyada; yollarımıza leylaklar  dökün de  demiyoruz ama  eğer bugün  eşit yurttaşlık, diktatörlük,…,…,   tartışılıyor, W, Q kullanılıyor, Newroz, 1 Mayıs yasağı, andımız kalkmışsa,…, …,  bunlarda Kürtlerin asırlık  mücadelesinin etkisi, gücü niye yadsınsın.

Şimdi, hazır CNBC-E’deki  Game of Thornes bir dakika reklama girmişken nasıl; konuştuğun, sandığın gibi miymiş peşinden koştuğun gerçek. Kavranamamış tek gerçek de, kapanmamış hesaplarla dolu geçmişle, dünle ödeşilemediğinden, bugün  özgür,  barışçıl bir geleceği, hayatı  kuramadığımız olmasın.


Hayat da, entelektüel süslemeli  büyük laflara gerek bırakmayacak sadelikte, sadece başımıza gelenlerdir. Her gün, her gece o kadar da çoktur ki ölümüz; değil mi Soma,  Ali İsmail Korkmaz, değil mi Uğur Kurt, Ayhan Yılmaz, Hakan Tek,,,,,,

Evet, evet  hayat,  sadece başımıza gelenlerde değil, başımıza getirilenlerdir de. Ve “çocuğum bol bol masal dinle/ henüz inanırken…”
Gülsen FEROĞLU
29.05.2014





Bir gün, bir hayat kaybedersin

Ilık bir bahar akşamı, havada leylak kokusu;  hayatın ne kadar güzel olabileceğini hatırlatıp,  hafifçe gülümsetecek. Bu toprakta! azıcık gülümseme, azıcık huzur öyle mi? Asla! Çünkü “bedava ölümle” kol kola gezdiğim bu toprakta, gözyaşına doymayan Ortadoğudur benim adım. Adım acı benim…benim adım hüzün…adım savaş benim…

Herkes duydu değil mi; Soma’da “TKİ’nin  tonunu 140 dolara çıkarttığı kömürü 23.80 dolara “ çıkartma becerisindeki Alp Gürkan’nın madeninde;  2 km yerin altında kazma sesleri artıkça ölüm fışkırdığını. 

Yine her ölümde, her felakette; Marmara’da 50 bin, Van’da 644  yurttaşın hayatının yittiği depremlerde, Roboski’de, Afyonkarahisar’da patlayan cephanede, Reyhanlı’da, Gezi’de, 22 yıl önce 263 madencinin öldüğü Kozlu’da, yaptığınızı yapacaksınız.

Önde devlet ricali, 30 Mart 2014 öncesi her biri bir anketçi, yargıç, siyasetçiyken anında maden mühendisi,  iş güvenliği, göçük, yangın uzmanı kesilecek sunucular, programcılar,  köşe yazarlarınız canlı yayın arabalarınızla koşacaksınız enkaz yerine.

Siyah giysiler içinde söze  en dokunaklı cümlelerle başlayacak,  en yürek burkan fotoğrafları, mucize kurtulmaları arayıp bulacak. Fonda can yakan müzik; yetim kalmış çocuklara, eşlere, annelere,…,…,, ölen madencilere ait faciaya kadar  sendikası dahil kimsenin umurunda olmayan, yıllarca Gürkan’nın asgari ücretin az üstü bir maaşla,  ölüm kusan  çalışma koşullarına  mahkum ettiği hayat hikayelerini anlatacaksınızdır.

 Ardından sıra yardım kampanyalarına; felakete, katliama yol açan şartları az, biraz değiştirecek düzenlemelere gelecek. Suçta; nasıl Marmara’da, Van’da depreme dayanıksız konut yapan müteahhitlerden yalnızca Veli Göçer’e, Tevfik Bayram’a yıkıldıysa, Soma’da da belki en suçsuza yıkılacaktır.

Onlarca felakette, katliamda hükümet hangi partiden olursa, olsun hep böyle olmadı mı? Böyle olunca da hayatını kaybeden madenci sayısında dünyada 1. ülke Türkiye’de; Soma katliamının sorumluları paçayı kurtaracak. Bir avuç kömür için 18’inde 19’unda, 26’sında hayatından olan Muhammed’in, Mustafa’nın, Cemal’in arkadaşları Ahmetler, Hakanlarda madenlerine döneceklerdir.

Gerideyse, herkesi esir almış küçük hesapların, küçücük insanları olmanın için için hepimizi nasıl  çürüttüğünü de  gösteren; bir ömür üzerimizde taşıdığımızı bile fark edemediğimiz Küre’den, Kozlu’dan kalma kömür tozuna bulanmış  bir utanç kalacak. 

İhmalleri, suiistimalleri tespitleyecek BDP ve MHP’nin de desteklediği CHP’nin “Soma’daki madenlerde yaşanan kazaları, ölümleri “araştırma önergesini AKP’ye reddettiren o çürümüşlük;  hücrelere nüfuz ettirildiğinden, karşıtının her dediğine karşı çıkma, inanmama güdüsü artık genetikleşmiştir.

Hızla, bu denli, nasıl çürümüş, nasıl çürütülmüşsek; madenciler daha yerin altında can pazarındayken;  Erdoğanı köşeye sıkıştıracak argümanı “Soma”yla bulduklarına inananlarla, Erdoğanı yüceltenlerin acınacak; “ Erdoğan ölsün üretim hatası diyelim”,  “Gezi yıl dönümden 2 hafta önce yaşanan Soma’ya ne sebep oldu…” tweetleri dolanmıştır, sosyal medyada.

Bu durum kimseyi de şaşırtmamıştır, zira burası; hayattan ziyade amaç her neyse; onun için kitlesini galeyana getirmede kullandığından; yoksulların, gençlerin ölümünün ne çok, ne çokkkk sevildiğinin 30 yıl süren iç savaşla, onlarca felaketle kanıtlandığı bir ülkedir.

İşte bu ülkenin “İş adamı da bir anlamda kurbanı oldu bu kazanın mı diyoruz” sorusunu soran Şirin Payzınların, sanki onun tuttuğu partiye oy verselerdi maden ocağı  kapatılmış veya Gürkan aylıklarını  6 bin TL yapacakmış gibi AKP’ye oy verdiler ????? diye madencilerin ölmesine “müstehaktır”  diyen  “katır” sicilli onlarca Yılmaz Özdillerin çalıştığı, bir de medyası vardır.

Misyonunu halkın sorunlarını gündeme getirmek değil de hükümet yıkıp, hükümet kurmak sanan, buna da inanan tersanelerde, inşaatlarda, madenlerde,  fabrikalarda ölümcül cinayet; iş kazalarına geçit veren nice Alp Gürkan’ları görmezden gelerek, kusuru da hep  devlette, halkta bulan bir medya.

Öyle bir medyadır ki bu; dolaylı vergiler hariç devletin topladığı vergilerin % 23 ünü ödeyen memur, işçiyken,  gelir vergisinin yüzde 1.53’nü karşıladı diye “vergiyi yine beyaz Türkler ödedi” manşetiyle, Cumhuriyetle birlikte devlet olanakları peşkeş çekilerek yaratılmış Alp Gürkan’lı devlet burjuvazisine,  emekçilerden minnet ister.

Zira; servetleri, Spine Towerları, Plazaları emekçilerin yoksulluğu, verilmiş canı, akan kanı üzerinde yükselen; Forbes’in 2014 milyarderler listesine toplam 92,8 milyar dolarlık servetleriyle giren 25 dolar milyarderli burjuvazi, bağlaşığı; asker, sivil bürokrasi ve medya dışında kalanların hayatlarının hiç bir önemi yoktur.

Zaten, Türk burjuvazisi de; feodaliteye karşı verdiği mücadele sonrası insan hayatı, hak ve özgürlükler öncelikli bir düzen kurarak medeniyeti, demokrasiyi yakalayan,  işçilerin hak direnişleriyle de, bire 10 değilde 1’e 6 kazanmayı kabullenen, Avrupa burjuvazisi gibi değildir.

Milli gelirden en yoksul % 20’nin  % 6,5, en zengin yüzde 20’ninse % 45,2 pay aldığı Türkiye’de; kronik işsizliği fırsata çevirip üretimde otomasyon yerine ucuz işgücü kullanan burjuvazi, 18, 19.yy patentli vahşi kapitalizmin dayatanıdır da. Madencilerin hâlâ Emin Zola’nın  “Germinal” romanında anlattığı 19.yy Fransa’sındaki koşullarda çalıştırılmasının nedeni de bu vahşi kapitalizmdir.

Burjuvazi,  Türkiye’ye  bonus olarak ta; İtalya, İspanya, …, ..,Fransa’da ekonomik krizlerde  “niye hep emekçiler krizin yükünü sırtlasın, zenginlerden daha fazla vergi alınsın”lı dev mitingler düzenleyen sendikaların, STÖ’lerin  yerine, 28 Şubat darbesi dahil dört darbeyi omuzlattığı, kendisiyle ortak iş  tutan  sendikalar, STÖ’ler vermiştir.

Türkiye’de vahşi kapitalizmin, devletin insan için değilde, insanın devlet, patron için varlığına dayalı müesses nizamına, ideolojisine son nokta konulmadıkça; Ölüm madencinin kaderidir” diyen Başbakanla, kardeşi madende mahsur madencinin “böyle şeyler madencilikte olur” eşleşmesi, vahim değil normal karşılanacaktır.

Ambulansa binerken “çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin“ diyen madencinin açığa çıkardığı kahredicilikse, müesses  nizamın;  evde babaya, okulda öğretmene, askerde komutana,  işte patrona,  hayat boyunca da devlete itaat için eğittiği ve bunu başardığı teslim alınmış yurttaş kimliğidir.

Arka planındaki;  aldığı sağlık hizmetini, ilacı,  servise, otobüse  ücretsiz binmeyi,  1 Mayısı kutlamayı, toplu sözleşmeyi  lütuf saydıran, bir sedyeyi bile kendine çok gördürten öğretilmiş ezikliği de  ifşa etmiş o söz;  kaderin doğulan ülkenin gelişmişliği, “cehennemi yaratanın” da  başkaları olduğunu,  anlamanın da engelidir.

Yaşanmış her felakettin, her katliamın, 301 madencinin cehennemini yaratan başkaları”;  vatandaşının canından, iş güvenliğinden birinci derece sorumluluğunun gereği, evrensel yasaları, mevzuatları çıkartmayan devlet yönetenleri, sadece “kar daha fazla kar” peşinde koşan  burjuvazi, işçisinin hakkını savunmayan sendikalar, emekçilerin sesini duymayan medyadır.

Germinal’de  “mutlu olmak için iyi bir tanrıya ve ille de onun cennetine ihtiyacınız var mı? kendi başınıza, yeryüzünde mutluluğu inşa edemiyor musunuz?” diyor ya bir madenci. Ve madem bir hiç; 90 TL’lik gaz ölçüm sensörü yüzünden ölüne biliniyor; farklı sektörlerde faaliyet gösteren işletmelere de sahip patronlara ait medyanın, kendine, bağlaşıklarına toz kondurmayan sefil gerçekliğinde, şimdi felaketiz, katliamsız bir  gelecek için ölümüne cenk zamanıdır.


Belki Said-i Nursi’nin “Ey nefsim! Deme zaman değişmiş, çünkü ölüm değişmiyor”unu da haklı çıkarmış bu zamanda,  bir gün… bir gün bir şey… bir gün bir hayat kaybedersin; bir nefes,  bir bakış, bir anı,  bir fotoğraf. Senden o gün bir şey gider,  sonra çok şey; “Ve o kadar çok ki ölümüz”


Gülsen FEROĞLU
19.05.2014






Kazanmak,  bir hiçi fethetmekse


Belki en büyük zaferin içinde birlikte kaybetmişsinizdir, onu bile bilemeden; duymuyoruz birbirimizi, duymakta istemiyoruz. Kabil, Habil’i öldürdüğünde de Adem oğlunda insanlığı, merhameti yok ettiğini  bilmeden kazandığını sanmıştır da… kazanmak  bir hiçi fethetmekse, aslında nedir ki?


Kaybetmek içinde;  önce sahip olmak gerekir ki, gerçekte kim neyin ya da kimin sahibidir. Ve bunu fark etmeyen, siyaseti kutuplaştıran “biz özgürlükten yanayız, onlar diktatör”, “asıl biz demokrat, onlar diktatör” tezgahlı orta oyununa dönüştürüp, insanları kendilerine oy vermeye mecbur bırakan parti liderlerinin kıskacında, nezaketten, incelikten uzak bir hayat.

İnsanoğlu empatiyle, farkındalıkla  ilintili incelikten bir kez  uzaklaşmaya görsün, karşısındaki herkesi, her şeyi; duyguları, fikirleri küçümseyen, ezen  bir vandallığa, kabalığa itildiğinden “Başörtüsü gericiliktir…..saygı duymuyorum” diyen biri güzellemelerle karşılanır. Oysa sosyal ilişkilerde saygıyı, güveni tesis ederek  hayatı kaliteli, katlanıla bilinir kılacak; kurulan cümlelerle, söylenen sözlerdeki incelik, bilgeliktir.

Başbakanın AYM’ye, aydınlara;  AYM’nin, aydınların Başbakana, sonuçta da en tepeden, en alta kimsenin kimseye saygı duymadığı bu yerde; birbirine, karşıtına saygısızlık, ölümcül şiddet hep olageldiğinden, Daily Telegraph’ın 21 Aralık 2013 tarihli haberi önemsenmeyecektir.

Habere gelince; 130 yıllık geçmişi bulunan Marks & Spencer;  bazı şubelerinde alkol ve  domuz etiyle temas etmek istemediklerinden müşterileri başka kasalara yönlendirdikleri şikâyet edilen Müslüman çalışanlarının, bu ürünleri düzenlemek, satmak zorunda olmadığını, dini inançlarına saygı duyduğunu açıklamış.

Türkiye’de, 1960 darbesinde Said-i Nursi’nin Urfa’daki mezarını açtırtıp naaşı bilinmeyen bir yere gömdüren nefreti, gaddarlığı normal kabullenen  geçerli aydın bakışına göre; velinimete  alkol, domuz eti satmayan bre gafillerin,  iş akitlerini  fesh edeceğine inançlarına saygı duyduğunu açıklayan İngilizler, buram buram gericilik tüten bir medeniyete,  aydınlara sahiptirler.

Allahtan Türkiye’de yaşamıyorlar. Yoksa bu gericilikle; AKP’nin kazandığı her seçim sonu kıyılara taşınmaktan bahseden “Dev şaşkınım nokta net yani; bunca tapeye,  yolsuzluğa AKP’ye oy veriliyor. Demek insanlar hırsızı seviyor” sitemli beyaz Türklerin, küratörler, doktorlar, avukatlar, reklamcılar,  mali müşavirler, lokantacıların;  yatlı, katlı, son model arabalı,  Louıs Vuıtton, Dior alışverişli yaşamlarına bakıp,  kazançlarının ne kadarının kayıt altında olduğunu da soruverirler.

Elin gavurdur bunlar, kolay pes etmezler de; Balzac‘ın 1835’lerde  “Her büyük servetin altında mutlaka bir suç yatar” yazdığını anımsayıp,  2003’te 98 milyar dolar iken 2013’te 227 milyar dolara yükselen kayıt dışı ekonominin izini de,  sürerler mi???? sürerler.

İster misiniz bununla kalmayıp,  Osmanlı’da  padişahın kapıkulu Bab-ı Asafi, Heyet-i Âyan, Mabeyn-i Hümayun, …, …, mensubuyken  Cumhuriyetin kurucu kadrosu olanların;  paşaların, valilerin CHP il başkanı, içişleri bakanının CHP genel sekreteri yapıldığı tek parti dönemi bürokratlarının, sermayedarlarının  ‘Padişah’ın  yerine ‘tek adam, tek şef’ vesayetini koyarak sürdürdükleri Biattan, kimlerin  kazançlı çıktığını da açıklayıversinler.

Biat var ya o biat;  hazineyi talan eden nitelikli yağmacıları saygıdeğer konuma getiren, rüşvetçiyi, vesayeti  kollayan hukuk sistemini de kurmuş Cumhuriyet kadrolarının;   öğretim,  medya eliyle  “Osmanlı’yı israf yıktı”,  “Kürt yoktur”, “Ermeniler tehciri hak etmişti”,  “Aleviler İslam dışı”,  “darbeler gerekliydi”  vari onlarca yalan argümanına insanları, inandırandır.

Gencecik çocukların idam sehpalarına çıkarılmasına, ‘Ziverbey’lerde,  ‘Dal’larda solcu, Alevi, Kürt diye işkencelerden geçirilmesine,  OHAL’e,  devlet destekli faili meçhul cinayetlere yol verip,  banka hortumcularının cebe indirdiği 200 milyar dolar görev zararını ödeten, bir kutu ilaç için  SSK kapılarında günlerce bekleten de o biattı.

Servetleri, lüks yaşamları yoksullukları üzerinde yükselen, eğitimine, özgürleşmesine ket vurup bidon kafalılıkla  aşağıladıkları  “Onlar..itaat edenler”in Biatı sayesinde günlerini gün eden, AKP gibi lider sultalı  ANAP’a,  DYP’ye, CHP’ye, DSP’ye,  RP’ye, MHP’ye, Motorola’yı dolandırdı diye Cem Uzan’a  oy verildiğinde,  Atatürk’ün  “Türk milleti zekidir,……”  vecizesine atıflı  yazılar yazan beyaz Türkler dahil hiç kimse o  ‘biattan’   muzdarip değildi.

Zira, istedikleri zaten de; katliamlara, zulme, alaya,  sürgüne maruz Ermenileri,  Kürtleri, Alevileri, Süryanileri, mütedeyyinleri, emekçileri…, …,  “çirkin ördek” muamelesiyle ötekileştiren  ulus devletin Türk, Sünni  tek tipçiliğini, tek adamlığını, ödediği verginin nereye harcandığını   sorgulamadan verilene razı, şükreden bireydi.

O birey ne zamanki, insana dair hak ve özgürlükleri kendine bir lütuf sayan kurucu kadroların, ulus devletin ; “çile bülbülüm çile”li hayatlarına vurdum duymazlığına ‘yeter’le, makbulleri  laik ama vesayetçiyi değilde  laik ama mütedeyyini tercih etti, işte o gün  tescillediler ‘biat’ın kötülüğünü.

İşin garibi, bireye Daima biaat kültürünü dayatanlar arasında,   ulus devlet kadrolarıyla kurduğu bağ yüzünden bekçiliğini yaptığı Türk müesses nizamına değilde halkına, ezilene muhalif  “Ahhhhh Europa azizim, medeniyet…”le de teselli bulmuş,  kendini aydın kategorisine oturtmuş kesiminde yer almasıdır.

Halbuki, demokrasinin, medeniyetin gökten inmeyip insan eliyle var edildiği; kültürel faaliyetlerde bulunulacak insanca yaşam için gerekli ücreti, işsizine işsizlik sigortasını vererek sosyal devlet ayağını güçlendiren, sistemine karşı olsa da her türlü düşüncenin beyanını, farklı etnik kökeni, mezhebi, dini,  eşcinseli koruyan yasalarla huzuru yakalayan burjuva demokrasili “Ahhhhh Europa”da; birey özgür olduğundandır; elini sallasan filozofa, ressama, edebiyatçıya, bilim adamına çarpar, ‘biata’ değil.

Cadı avlarını, Engizisyon Mahkemelerini, giyotini, 1886 1 Mayısını, faşizmi, dünya savaşlarını görmüş Avrupa’nın, ABD’nin gelişmişliğinin itici gücü de değişimin öncüsü aydınların arkasındaki; salt edebiyat, düşünce, sanat alanında değil 16. yy’da kullanılmaya başlanan çatal, bıçağı halk alışkanlık edinsin diye avlularda sofralar kurdurarak yaşam tarzının biçimlemesine de katkı koyan aristokrasidir, burjuvazidir.

Teknolojiye, bilgiye bir tıkla ulaşılan çağımızda “Entelektüelin başkalarına ne yapmaları gerektiğini söyleme hakkı yoktur. Çünkü kitleler kendileri için neyin iyi olduğunun bilincindedirler” le aydının öğretici, bilgilendirici görevinin bittiğini savunan Michel Foucault’a bakarsak, galiba Türkiye’nin evrenselliği yitik aydınlarına ayrılan sürenin sonuna gelindi gibidir.

Özgür bir bireyde, hükümranlık kuramayacaklarından; asırdır terk etmedikleri her zamanki üstenci dil, her zaman ki “ben en doğrusunu, en iyisini bilirim, inanmayan sen aptalsın”lı buyurgan havada,  her biri bir kesimin, partinin, fikrin, örgütün yandaşı kesilip konuşan … çok konuşan… hep konuşan…, … İçinden de her an bir Melih Gökçek,  bir RTE çıkacak aydınların, siyasetçilerin, “Ahhhhh Europa”  burjuvazisinin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarından habersiz davranıp darbeler desteklemiş sermayedarların özetle kimselerin işine gelmemektedir.

Hep bir vesayet altında, 1 Mayıs’ta bir alanı;  Taksim’i yasaklayıp işçi bayramını zehir eden devlet terörlü Türkiye’de…..Büyükbabanın odun ateşinde bir sopanın ucunda erittiği keçi peynirleriyle beslemesini yutkunarak izlediğiniz, kaybedilmiş Heidi'li çocukluğun sahibi bile değilken, üstü kalsın diyemediğiniz hayata  incelikten yoksun  bir bakış, bir yok oluş. Endişelenme! duydum seni de. Geceleri uyku tutmayan gençliğimden mi tanıyorum seni. Öyle mi? değil !!! sen öyle sandın. Peki, sandımsa, gerçek neydi?
Gülsen FEROĞLU

3.05.2014











Nasılsa onlar özgür, siz tebaasınız

Ne de olsa içinizdeki ölmüş, öldürülmüş parça size aittir. Kimse bilmez, kimsenin bilmesi gerekmez. Zaten bu gök kubbede hepimiz; ahlakı,  adaleti,  aklı beraberinde götüren masumiyet kaybedildiğinden içimizde ölü bir vicdanla yaşamıyor muyuz? Bir kâbus gibi üzerimize çöktürülen nefret, ne olursa olsun yeter ki kaybetsin hatta ölsün karşıtım, düşmanım bayağılığı değil mi bunu başaran.

İzmir’in Mavişehir Karşıyakasında, Ankara’nın Çankaya Angorasında, İstanbul’un işgal edilen hazine arazileri üstündeki country villalarında, Beykozunda oturan; CHP’yle, MHP’nin kazanmadığı seçimi seçim, oy vermeyen halkı da halk saymayan sen; beyaz Türküm avutabilirim seni;  bayağı değilsin,  nefret bilmezsin, tek yol CHP. Bunları söyleyebilirim sana, buna inandırabilirim. Duymak istediğin bunlar olduğundan inanmaya hazırsındır, sende.

Bilirim, tek yolun CHP’yle içli dışlılığın, başarısızlığına ölçüsüz müsamahan, kurucularından olduğun ulus devletin mihenk taşlarını sana bağışlamasındandır.  Böylece 80 yıl yönettiğin Türkiye’de söz, karar sahipliğini kaptırmama gayretinde, duruma göre kimi zaman ötekileştirdiğin Alevileri, Kürtleri, Gayri Müslimleri,  kimi zaman Ülkücüleri, Alperenleri, cemaatleri kullanıp; katliamları, darbeleri, idamı, işkenceyi, linçi, yolsuzluğu meşrulaştıran kap karalığına,  ambalajın hep beyazdır senin.

İşte bu beyaz Türkler o ambalajla öyle öyle bir üst insan profili çizerler ki Nietzsche’ye rahmet. Onlardan daha akıllısı,  daha temizi, daha demokratı,  daha dürüstü, daha özgürlükçüsü bırakın Türkiye’yi dünyada yoktur. Adil gelirden, fırsat eşitliğinden yararlandırmayıp üstüne cahil,  aptal, kıro,  kulla tanımladıkları  “ halkı kurtarma ”yla yanıp tutuşacak kadar da yüce gönüllülerdir. Kendi kendilerine yüklendikleri bu ulvi amaç için medyayla siyaseti dizayn etme hiç vazgeçemedikleri edim olsa da, 30 Mart 2014 yerel seçimlerindeki kadar açık müdahaleleri….vaki değildir.

Bir anda CHP’nin, MHP’nin basın bürosuna dönüşen  “Bu gazetede aleyhinize hiçbir şey çıkmaz “ diyen Turgay Ciner’e  “Allah razı olsun”la dua eden Gülen’i  “….gerçek demokratlığı Hocaefendi temsil ediyor”la öven Aydın Doğan’nın  “birileri çıkıp, dur demeli bunlara (AKP)”  mesajını  Gülen’e yollayan damatları Ali Sabancı’nın, Mehmet Ali Yalçındağ’ın, Akın İpek’in  sahibi olduğu bir medya.  CNN, BBC,  The New York Times, Guardian çalışanları gibi haber ileteceklerine, fikirleri sorulmuşçasına her haberi ama her haberi uzun uzun yorumlayan, akıl  veren sunucular, muhabirler ve dahi kameramanlar.

2002’den bu yana yıkmaya uğraştıkları AKP’yi devirmek için mesleklerini icra edecekleri makamlarda, ekranlarda halkın CHP’ye, MHP’ye oy vermesini empoze eden Bayan Rottenmeier edalı onlarca Şirin, Seda, onlarca İrfan. Polisin katlettiği Berkin’nini gömdüğünün akşamı babasını programına çıkartacak gözü dönmüşlükteki onlarca Ayseverler. “İçerden bilgi aldım AKP’nin oyu %29’a inmiş”  yalan manipülasyonu,  twitter’da kararlaştırılan “seçimde hile yapıldı” algısını yaymaya yeminli onlarca Talipoğluları,  Türköneler.

Sabah, akşam bir Samuel Beckett, bir Stephen Hawkingmişçesine “Trakya’ya kadar çinko eksikliği var”,  “… Onlar beslenemedikleri için boyu benden kısa olan…” la itham ederek “aptal mı, değilmi”yi tartıştıkları halkı aşağılayıp,  bildiğin nefret suçu işleyen onlarca Cüneytler, Özdiller.

İnsanları yüzde yüz kamplaştıracak “diktatör”, “başçalan”,  “ey gezici”, “saygı duymuyorum”,  “bölücübaşı” dilli siyasetçilerin yanına post serip; alavere, dalavere merkezi yapılan twitter’la, Selfie’yle meşgullerin sonrasında  komedi tadında “ülke çok gerildi”, “kutuplaştı”,” tahammülsüzüz”  tespitlerine şaşması istenmeyen okuyucular, izleyiciler.

Medeniyet de pek bir vurgundurlar ya. Kendileri gibi düşünmeyen, davranmayanları hedefleyen faşist eğilimlerini gizlemeye yarayan “medeni ülkelerde”yle başlayan sözlerine, yazılarına rağmen “Ermenileri, Yahudilerinki gibi durup dururken kesmeye başlamadık”, “Oslo’nun içeriği fecaat”  heyezanları, Süreyya Önder’i  “Postacı Sırrı” damgalamasıyla açığa çıkan kendilerine özgü edepsiz medenilik anlayışları, çözüm sürecine karşıtlıkları.

Ki medenilik aynı zamanda muhalifinin tüm çirkefliğine nezaketli üslubu, seviyeyi,  yalana manipülasyona başvuranı aforoz etmeyi, Kürdün yanında sosyal demokrat, dindarın yanında dindar, cemaatçinin yanında cemaatçi, ülkücünün yanında ülkücü ilkesizliğindeki Demirel tarzı kimliksiz siyaseti reddetmeyi gerektiren bir olgudur.

Aydın olmakta, zannedildiği üzere sadece kitap okumak, twitter, facebook kullanmak, tiyatroya gitmek,  içki içmek, şort giymekten ibaret değildir. Sokağı temiz tutmaktan, duş almaya, onca ülkede yasaklı faşizm ideolojisi hariç farklı görüşlere, yaşam biçimlerine saygı duymaktan, otoriteye, yasağa karşı çıkmaya kadar geniş bir yelpazede farkındalıkta; safın ezilenden, ötekileştirilenden yanalığıdır.

Türkiye’deyse herkes işine geldiği biçimde kullandığından, kavramında bile konsensüs sağlanamamış aydın olma topluma; hayatlarını devrime adayanların mücadelelerini ülkücülerle aynı potada eriten “Mahir, Hüseyin, Ulaş” yerine  “ Mansur Yavaş,  kurtuluşa kadar savaş”  sloganını atma kepazeliğini,  sağa takoz yapılan devrimciliği dayatma garipliğine indirgenecektir.

Sonuç, bir bilinmeze; yolsuzluğun, hukuksuzluğun hangi yasalarla önleneceğini, Kürt sorununun, AB üyeliğinin MHP’yle, ulusalcılarla nasıl çözüleceğini somutlaştırmadan cemaat, MHP, CHP arasındaki tehlikeli ittifaka su taşırken meslek ahlakından da söz edebilen militanlaşmış aydın bir kitle, bir medya.

Her konunun uzmanı; hakim, avukat, dedektif, adli tıpçı, sosyolog,  mühendismişçesine köşelerinde, ekranlarda ahkam kesip  “tatava yapma bas geç”  diktesini bireyin özgürlüğüyle bağdaştıran ama  AKP’lileri  “onlar… İtaat edenler”le  yeren o militan aydınlar, medya; kendileri gibi hareket eden onlarca Yıldıray Oğur,  Ahmet Kekeç, Cem Küçük  içinse  edilmedik hakareti bırakmayacaktır. Nasılsa onlar; Hilal Kaplanlar, Yıldıray Oğurlar tebaa, yandaş siz; Nazlı Ilıcaklar, Ahmet Hakanlar özgür, tarafsızsınızdır.  

Cezayir savaşında ülkesi  Fransa’yı lanetlemiş Jean Paul Sartre, André Breton, Francis Jeanson’nun tersine ulus devletin yol açtığı iç savaşta elli bin insan ölür,  Generallerin döşettiği mayınlarda Mehmetçikler katledilir, PKK kıyafetli JİTEM’ciler Kürt illerini taciz ateşine tutarken, Genelkurmayın brifinglerinde asker selamı vererek ordunun vesayetini kabullenmişlerin bugün biattan yakınmasıysa !!!!!! Tanrının bir lütfu olsa gerek.

İnternetsiz, tapesiz 1923’lerdeki   “Alo Yunus”, “Alo Falih Rıfkı”dan 1990’lar,  2000’lerdeki “Alo Aydın”, “Alo Dinç”e,  2013’deki  “Alo Fatih”e tek gerçekte; herkesin vesayet tarafgirliğidir. Vesayet; misilemeci “onlar şunu yaptı”, “eeeee siz de bunu yapmıştınız”,  “%45 onlar,  %55 biz”le,  bireyi biz,  siz, onlarda erittiğinden kafa boşaltıcı bir “izm”dir de. Zira biaatçı bireyin görevi “biz”in bekası uğruna vesayetçisinin kararını, direktifini sorgusuz sualsiz yerine getirmektir.

Fakat labirent deneylerinde bile fareler ucu kapalı bir yolu üç defa gitmezken illaki kan… illaki revan …illaki entrika… illaki kargaşa peşinde; ortamlarda HDP’ye oy verdiğini söyleyip Fethiye, Ordu, Samsun, Aksaray’da Kürtleri linçe yeltenmiş cepheye oy vermeyi, verdirmeyi “aydın tavrı”yla yutturma pespayeliği, artık bilinmeyen bir hikaye de değildir.

Kendinizin, yandaşınızın sesini duymaktan bıkmadığınız 140 karakterli sanal dünyanızdan bir ayrılabilseniz; ne çok ses var değil mi? Belki doğru bir şey söylüyordur karşıtınız,  belki aynı şeyi düşünüyor, aynı şeyi istiyorsunuzdur. Belki en büyük zaferin içinde birlikte kaybetmişsinizdir, onu bile bilemeden; duymuyoruz birbirimizi, duymakta istemiyoruz.

Kazanmakta,  bir hiçi fethetmekse, aslında  nedir ki?
Gülsen FEROĞLU

12.04.2014