SON YAZIM
Sevsinler,
sizin Je suis Charlieliğinizi
Diyorlar
ki herkesin hikâyesi de, her hikâye de bir gün bitermiş. Sahi biter mi?
Dünyanın neresinde olursa olsun zalim her kimse, akıttığı kan duruyor, kaybolmuyorken toprağın
üzerinde; Biter mi, sahi?
Evinden
barkından, vatanından, hayatından ettiğinden; bir Ermeni tehcirin, bir Yahudi Auschwitz’in, bir Rum 6/7
Eylül’ün, bir Alevi Dersim’in, Maraş’ın,
bir devrimci Mustafa Suphi’yi boğduran,
Deniz’leri astıranların, bir
mütedeyyin 28 Şubatın, bir siyahi Apartheid’in, bir Bosnalı Srebrenitsanın, bir Suriyeli Esad’ın, bir Kürt
Halepçe’nin, bir Kobanili DAİŞ’in açtığı
yaralardan damlayan kanın peşinden gideceğinden; Bitmiyor işte, bitmez de
ötekileştirilenlerin hikâyesi.
Bitmesi bir yana, 13 Temmuz 1789’da günlüğüne “ bugün kayda değer bir
şey yok” yazan Kral 16.Louis’i devirmek üzere, 14 Temmuz 1789’da Bastill
hapishanesine “Liberté, Egalité, Fraternité”le yürüyenlerden
226 yıl sonra Paris’te aynı sloganlarla
yürünmesinin nedeni, Charlie Hebdo saldırısında hayatını yitirenlerin hikâyesi
gibi, delip geçemediğinden insanı kanatan zehirli bir
mermiye dönüşmüş hikâyelere durmadan yenileri eklenir.
Özgürlük,
eşitlik, kardeşliğin düşmanı ırkçılığa karşı 12 Ocak 2015’de Paris’te düzenlenen mitingde Parislilerin; Netanyahu vari
zülümkar başbakanlar, despot yönetimlerle özdeşleşmiş gazeteciler, yazarlarla, Cizre’yi ölü çocuklar mezarlığına çeviren; 12
yaşındaki Nihat’ı, 14 yaşındaki Ümit’ti ve Berkini katledenleri yargılatmayan
A. Davutoğluyla birlikte
yürümeleriyse…gerçek bir tragedya değilse nedir?
Böylesi
trajedilere alışmış Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için bile; “141-142’ye hayır”cılar
hapishanelerde çürütülür, Erdal Eren 17’sinde asılır, ana dillerini
konuşmalarını yasakladıkları 100 bin Kürdü hayatından eden iç savaş sürerken; köşesinde
Chateau Petrus’u su bardağında içme bedbahtlığını anlatan, daha 16 yıl önce
“Kürtçe kaset yapacağım” diyen Ahmet Kaya’yı linç manşetleri attırtan beyaz Türk E.Özkök’ün o mitingde, elinde Charlie Hebdo dergisiyle poz
vermesi, “Liberté”
haykırışıysa… artık şarlatanlığı da aşmış bir durumdur.
Sivas
katliamında “Aziz Nesin’in hassasiyet yaratan, tahriklere varan sözleri, karşı
tahrikle birleşiyor ve…” yazmış
E.Özkök’e, Özgür Gündem, Evrensel,
Nokta,…, …; toplatılır, kapatılır,
yazarları, muhabirleri öldürülür,
tutuklanır, “ Hepimiz
Ermeniyiz” diyenler 25 Ocak 2007 tarihli
Tercüman’nın “Türk’üm diyemeyen defolsun
gitsin” manşetine maruz
kalırken SUSAN. Ne hikmetse dün değil de bugün;
her biri bir demokrasi, özgürlük havarisi kesilmiş beyaz Türklere artık “Sevsinler! sizin Je suis Charlie’liğinizi”
DEME VAKTİDİR de.
Türkiye’yi hep yöneten tek tipçi Kemalizmin fıtratındaki
ırkçılığın, vesayetçiliğin organik bağlaşığı beyaz Türklere artık Ahmet Merabet’in
kendisini kurşunlayan Kouachi kardeşlere seslendiği “Yapma, tamam artık şef”le
seslenme vaktidir de.
Türkiye’nin
en büyük bahtsızlığı, sefaleti de budur işte; “özgürlük, kardeşlik” diye diye
gezinen iş, sanat, siyaset, askerlik, medya dünyasının önde gelen
şahsiyetlerinin,
aynı zamanda; Charlie Hebdo dergisini
dağıtacak diye Cumhuriyet gazetesini “bizim kırmızı çizgimiz de Peygamber efendimizdir”le
protesto eden, “kutsalım da kutsalım”ı linçe dönüştürmüş bağnazlığın mimarı
olmalarıdır.
Kendilerine
“aydın” payesi vermeyi de ihmal etmeyen
bu şahsiyetler Türklüğü, Kemalizmin kadrolarını kutsallaştıran eğitim, öğretim,
medya eliyle molekülerine “Türkiye Türklerindir”i işledikleri toplumun; “gerici”, ”hain”,
“bölücü”lükle suçluya suçluya ötekileştirdikleri onlarca Vedat Aydının,
Hrant Dinkin, Rahip Santoronun katlini
onaylayan, şiddetin kol gezdiği sisteminde debelenen bugünün Türkiyesinin de yaratıcılarıdırlar.
Farklı her
etnik kökende, mezhepte, fikirde, yaşam tarzında illaki bir yara, bere bırakan;
kırmızı çizgisi, kutsalı bol öyle bir sistem öyle bir toplumsal yapı inşa etmişlerdir. Ki “kölelikten
beter bir şey var; o da köleden geçilmeyen bir yere özgür insanların memleketi
deyip çıkmaktır”ı yazan Diderot’ya nispet; “nerde bizde özgür birey… medeniyet…bak
Fransızlara, Yunanlılara…” kahrında, yaratıklarından yakınacak
kadar da aymazdırlar.
Oysa görmeye,
duymaya katlanamadıkları nefret ettikleri ne kadar şey varsa hepsi sömürge şapkalı beyaz adam
kılığındaki; kendilerinin, zihniyetlerinin yansımasından başka bir şey
değildir. Öyle ki servetin %70’nin %7’lik
kesimin elinde toplandığı Türkiye’de birbirinin karşıtıymış gözüken öncesi hariç; Milli şef
İ.İNÖNÜ’nün T.ERDOĞAN’da, T.ÇİLLER’in
Z.ÇAĞLAYAN’da, E.BERBEROĞLU’nun Y.BULUT’da;
E.ÖZKÖK’ün A.KEKEÇ’te vücut bulmuş yandaşlığında, ben merkeziciliğinde; tahammül, şefkat,
anlayış nokta bile değildir.
İyiliğe
dair tüm duyguları sıfırlayan da; neredeyse herkesin, her kesimin
“günah” , “ayıp ”la dokunulmazlık zırhı geçirerek
tartıştırmadığı kimisi için; ulusu, devleti, kökeni, dini kimi için;
vatan, bayrak, askerlik, kimi için; inancı, ideolojisi, kimi
için; lideri, örgütü, kimi için; namusu,
başörtüsü kimi içinde; annesinin, takımının başrolde olduğu bir “overrated”inin,
kutsalının varlığıdır.
Bir yerde
kutsalın, hassasiyetin bolluğundan geçilmiyorsa orada hükümran da ister istemez; aklın yerini alacak biattır. Yalnızca düşüncenin değil A’dan Z’ye her şeyin çerçevesini belirleyen
biatçılık; Recmi, kafa kesmeyi, din
alimi Mohammed Sale al Munajjid’in “Kardan adam yapmanın dinen yasak “, Fetullah Gülen’nin de “ kar yağdı, top oynayalım…. bunlar insan mı acaba hayvan mı diye..” seslenişini tatlı bir
melodiye büründürür.
İşte
olaylara aykırı bakmanın, talimatsız düşünmenin engelli biatçılığın
pençesindeki Ortadoğu’da; kutsalı neyse onun için
ölmek, öldürmek o kadar olağandır ki “12 milyon insan katledildiğinde ses çıkarmayan insanlığın, sadece 12
kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalmasını ibretle izledik”
beyanlı Diyanet İşleri Başkanının ürkütücülüğü bir vaka sayılmaz.
Tersine Tanrı katına çıkardığı
kutsalıyla bütünleşip kutsalına en ufak eleştiriyi kendine hakaret
algılayacaklar, ceza verme yetkisini de kendinde bulacakları cinneti yaşarlar.
Bu misal Charlie Hebdo bütün dinlerle, peygamberlerle ilgili karikatürler yayınladığı
halde “Peygamberiminkini yapamaz”la tavan yaptırtılan cinnet, kutsalı adına cinayeti, öldürmeyi meşru
kıldırır.
Dünya
tarihiyse; yalnızca bir zamanlar Arap yarımadasının kutsalı taştan Putlardan;
Kilisenin dünyanın
döndüğünü iddia eden Galileo Galilei’yi engizisyonda yargılattığı Ortaçağ
karanlığından, 1800’lerde
“Tanrı öldü”yü yazan Nietzsche’ye hoşgörü duyulan zamanlara nasıl
gelindiğini göstermekle kalmaz; kutsalın, kutsallığı sorgulandığında ancak bilimde,
sanatta, düşüncede ilerleme kaydedildiğini de kanıtlar.
İnsan da eğer isterse; bütün
ağızlardaki sakız “özgürlükten yanayım
ama kutsalıma da saygı, hassasiyet beklerim”deki ince tehdittin düşünceye, ifadeye nasıl
sınır koyduğunu, kutsalının da en büyük prangası olabileceğinin farkına varabilecektir.
Paris banliyölerinde “doğmuş
bebeklerden Cihatçı” üreten sistemlerini, kendilerini sorguladıklarından “Vive
L’ıslam” afişini taşımaktan çekinmeyen Fransızlar gibi Türkiye’de de; herkesin
düşüncenin, ifadenin özgürlüğünde, insan hayatının kutsallığında konsensüs sağlayacağı
gün, kalbinizin hiç dokunulmamış yerine
dokunulacağı gündür de.
Belki o gün; bir
ideolojinin, bir dinin, bir cemaatin, örgütün, partinin ona inanmayanların
kanları dökülerek, zorbalıkla hüküm sürmesinin, yayılmasının; kutsal nitelendirildiğinden ayakta kalmasının onu
nasıl iki paralık ettiğini anlayabilmek de öyle mümkün… öyle de imkansızken…
Uğruna
candan olunan, cinayetler işlenen özgürlük belki de kendi yarattığımız kutsala kaygısızca dokunulan ânda
başlayandır.
07.02.2015
Gülsen FEROĞLU
Hiç bir Kürdün
hakkı yoktur
Sevsinler,
sizin Je suis Charlieliğinizi
Diyorlar
ki herkesin hikâyesi de, her hikâye de bir gün bitermiş. Sahi biter mi?
Dünyanın neresinde olursa olsun zalim her kimse, akıttığı kan duruyor, kaybolmuyorken toprağın
üzerinde; Biter mi, sahi?
Evinden
barkından, vatanından, hayatından ettiğinden; bir Ermeni tehcirin, bir Yahudi Auschwitz’in, bir Rum 6/7
Eylül’ün, bir Alevi Dersim’in, Maraş’ın,
bir devrimci Mustafa Suphi’yi boğduran,
Deniz’leri astıranların, bir
mütedeyyin 28 Şubatın, bir siyahi Apartheid’in, bir Bosnalı Srebrenitsanın, bir Suriyeli Esad’ın, bir Kürt
Halepçe’nin, bir Kobanili DAİŞ’in açtığı
yaralardan damlayan kanın peşinden gideceğinden; Bitmiyor işte, bitmez de
ötekileştirilenlerin hikâyesi.
Bitmesi bir yana, 13 Temmuz 1789’da günlüğüne “ bugün kayda değer bir
şey yok” yazan Kral 16.Louis’i devirmek üzere, 14 Temmuz 1789’da Bastill
hapishanesine “Liberté, Egalité, Fraternité”le yürüyenlerden
226 yıl sonra Paris’te aynı sloganlarla
yürünmesinin nedeni, Charlie Hebdo saldırısında hayatını yitirenlerin hikâyesi
gibi, delip geçemediğinden insanı kanatan zehirli bir
mermiye dönüşmüş hikâyelere durmadan yenileri eklenir.
Özgürlük,
eşitlik, kardeşliğin düşmanı ırkçılığa karşı 12 Ocak 2015’de Paris’te düzenlenen mitingde Parislilerin; Netanyahu vari
zülümkar başbakanlar, despot yönetimlerle özdeşleşmiş gazeteciler, yazarlarla, Cizre’yi ölü çocuklar mezarlığına çeviren; 12
yaşındaki Nihat’ı, 14 yaşındaki Ümit’ti ve Berkini katledenleri yargılatmayan
A. Davutoğluyla birlikte
yürümeleriyse…gerçek bir tragedya değilse nedir?
Böylesi
trajedilere alışmış Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için bile; “141-142’ye hayır”cılar
hapishanelerde çürütülür, Erdal Eren 17’sinde asılır, ana dillerini
konuşmalarını yasakladıkları 100 bin Kürdü hayatından eden iç savaş sürerken; köşesinde
Chateau Petrus’u su bardağında içme bedbahtlığını anlatan, daha 16 yıl önce
“Kürtçe kaset yapacağım” diyen Ahmet Kaya’yı linç manşetleri attırtan beyaz Türk E.Özkök’ün o mitingde, elinde Charlie Hebdo dergisiyle poz
vermesi, “Liberté”
haykırışıysa… artık şarlatanlığı da aşmış bir durumdur.
Sivas
katliamında “Aziz Nesin’in hassasiyet yaratan, tahriklere varan sözleri, karşı
tahrikle birleşiyor ve…” yazmış
E.Özkök’e, Özgür Gündem, Evrensel,
Nokta,…, …; toplatılır, kapatılır,
yazarları, muhabirleri öldürülür,
tutuklanır, “ Hepimiz
Ermeniyiz” diyenler 25 Ocak 2007 tarihli
Tercüman’nın “Türk’üm diyemeyen defolsun
gitsin” manşetine maruz
kalırken SUSAN. Ne hikmetse dün değil de bugün;
her biri bir demokrasi, özgürlük havarisi kesilmiş beyaz Türklere artık “Sevsinler! sizin Je suis Charlie’liğinizi”
DEME VAKTİDİR de.
Türkiye’yi hep yöneten tek tipçi Kemalizmin fıtratındaki
ırkçılığın, vesayetçiliğin organik bağlaşığı beyaz Türklere artık Ahmet Merabet’in
kendisini kurşunlayan Kouachi kardeşlere seslendiği “Yapma, tamam artık şef”le
seslenme vaktidir de.
Türkiye’nin
en büyük bahtsızlığı, sefaleti de budur işte; “özgürlük, kardeşlik” diye diye
gezinen iş, sanat, siyaset, askerlik, medya dünyasının önde gelen
şahsiyetlerinin,
aynı zamanda; Charlie Hebdo dergisini
dağıtacak diye Cumhuriyet gazetesini “bizim kırmızı çizgimiz de Peygamber efendimizdir”le
protesto eden, “kutsalım da kutsalım”ı linçe dönüştürmüş bağnazlığın mimarı
olmalarıdır.
Kendilerine
“aydın” payesi vermeyi de ihmal etmeyen
bu şahsiyetler Türklüğü, Kemalizmin kadrolarını kutsallaştıran eğitim, öğretim,
medya eliyle molekülerine “Türkiye Türklerindir”i işledikleri toplumun; “gerici”, ”hain”,
“bölücü”lükle suçluya suçluya ötekileştirdikleri onlarca Vedat Aydının,
Hrant Dinkin, Rahip Santoronun katlini
onaylayan, şiddetin kol gezdiği sisteminde debelenen bugünün Türkiyesinin de yaratıcılarıdırlar.
Farklı her
etnik kökende, mezhepte, fikirde, yaşam tarzında illaki bir yara, bere bırakan;
kırmızı çizgisi, kutsalı bol öyle bir sistem öyle bir toplumsal yapı inşa etmişlerdir. Ki “kölelikten
beter bir şey var; o da köleden geçilmeyen bir yere özgür insanların memleketi
deyip çıkmaktır”ı yazan Diderot’ya nispet; “nerde bizde özgür birey… medeniyet…bak
Fransızlara, Yunanlılara…” kahrında, yaratıklarından yakınacak
kadar da aymazdırlar.
Oysa görmeye,
duymaya katlanamadıkları nefret ettikleri ne kadar şey varsa hepsi sömürge şapkalı beyaz adam
kılığındaki; kendilerinin, zihniyetlerinin yansımasından başka bir şey
değildir. Öyle ki servetin %70’nin %7’lik
kesimin elinde toplandığı Türkiye’de birbirinin karşıtıymış gözüken öncesi hariç; Milli şef
İ.İNÖNÜ’nün T.ERDOĞAN’da, T.ÇİLLER’in
Z.ÇAĞLAYAN’da, E.BERBEROĞLU’nun Y.BULUT’da;
E.ÖZKÖK’ün A.KEKEÇ’te vücut bulmuş yandaşlığında, ben merkeziciliğinde; tahammül, şefkat,
anlayış nokta bile değildir.
İyiliğe
dair tüm duyguları sıfırlayan da; neredeyse herkesin, her kesimin
“günah” , “ayıp ”la dokunulmazlık zırhı geçirerek
tartıştırmadığı kimisi için; ulusu, devleti, kökeni, dini kimi için;
vatan, bayrak, askerlik, kimi için; inancı, ideolojisi, kimi
için; lideri, örgütü, kimi için; namusu,
başörtüsü kimi içinde; annesinin, takımının başrolde olduğu bir “overrated”inin,
kutsalının varlığıdır.
Bir yerde
kutsalın, hassasiyetin bolluğundan geçilmiyorsa orada hükümran da ister istemez; aklın yerini alacak biattır. Yalnızca düşüncenin değil A’dan Z’ye her şeyin çerçevesini belirleyen
biatçılık; Recmi, kafa kesmeyi, din
alimi Mohammed Sale al Munajjid’in “Kardan adam yapmanın dinen yasak “, Fetullah Gülen’nin de “ kar yağdı, top oynayalım…. bunlar insan mı acaba hayvan mı diye..” seslenişini tatlı bir
melodiye büründürür.
İşte
olaylara aykırı bakmanın, talimatsız düşünmenin engelli biatçılığın
pençesindeki Ortadoğu’da; kutsalı neyse onun için
ölmek, öldürmek o kadar olağandır ki “12 milyon insan katledildiğinde ses çıkarmayan insanlığın, sadece 12
kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalmasını ibretle izledik”
beyanlı Diyanet İşleri Başkanının ürkütücülüğü bir vaka sayılmaz.
Tersine Tanrı katına çıkardığı
kutsalıyla bütünleşip kutsalına en ufak eleştiriyi kendine hakaret
algılayacaklar, ceza verme yetkisini de kendinde bulacakları cinneti yaşarlar.
Bu misal Charlie Hebdo bütün dinlerle, peygamberlerle ilgili karikatürler yayınladığı
halde “Peygamberiminkini yapamaz”la tavan yaptırtılan cinnet, kutsalı adına cinayeti, öldürmeyi meşru
kıldırır.
Dünya
tarihiyse; yalnızca bir zamanlar Arap yarımadasının kutsalı taştan Putlardan;
Kilisenin dünyanın
döndüğünü iddia eden Galileo Galilei’yi engizisyonda yargılattığı Ortaçağ
karanlığından, 1800’lerde
“Tanrı öldü”yü yazan Nietzsche’ye hoşgörü duyulan zamanlara nasıl
gelindiğini göstermekle kalmaz; kutsalın, kutsallığı sorgulandığında ancak bilimde,
sanatta, düşüncede ilerleme kaydedildiğini de kanıtlar.
İnsan da eğer isterse; bütün
ağızlardaki sakız “özgürlükten yanayım
ama kutsalıma da saygı, hassasiyet beklerim”deki ince tehdittin düşünceye, ifadeye nasıl
sınır koyduğunu, kutsalının da en büyük prangası olabileceğinin farkına varabilecektir.
Paris banliyölerinde “doğmuş
bebeklerden Cihatçı” üreten sistemlerini, kendilerini sorguladıklarından “Vive
L’ıslam” afişini taşımaktan çekinmeyen Fransızlar gibi Türkiye’de de; herkesin
düşüncenin, ifadenin özgürlüğünde, insan hayatının kutsallığında konsensüs sağlayacağı
gün, kalbinizin hiç dokunulmamış yerine
dokunulacağı gündür de.
Belki o gün; bir
ideolojinin, bir dinin, bir cemaatin, örgütün, partinin ona inanmayanların
kanları dökülerek, zorbalıkla hüküm sürmesinin, yayılmasının; kutsal nitelendirildiğinden ayakta kalmasının onu
nasıl iki paralık ettiğini anlayabilmek de öyle mümkün… öyle de imkansızken…
Uğruna
candan olunan, cinayetler işlenen özgürlük belki de kendi yarattığımız kutsala kaygısızca dokunulan ânda
başlayandır.
07.02.2015
Gülsen FEROĞLU
Bu
ülke… bu şehir…bu hep bir eksiği olacak hayatlar… ömür ???? hep Eylül…hep Erdal Eren…hep Berkin Elvan…
hep Fadıl Kayık…hep Dilar Gencxemiş… hep Hakan Buksur… Delik deşik hayaller, umutlar nasıl da
hayat kokar. Yoksa, sonu tutunacak bir toprağa, özgürlüğe varacak uzun bir
yolculuğun son cümlesi için mi tüm bu yaşananlar.
Kim
bilebilir, ki tahta kapının sesini duyduğumda sacın üzerindeki ekmeği alıyor olacaktım. Adımların yaklaştıkça
kalbim elimde bekleyecektim… “daye…”. Üstümün, başımın ekmek, duman kokmasına
hayıflanıp öyle sarılacaktım ki “daye
kurban, yeşil gözlüm….“le sana, canın acıyacaktı. İllaki ağlayacaktım “döndün
mü bavemın, temelli?” Kaç kez o kapı
açıldı, kaç kez sarıldım “mala mın” sana…bir bilsen…bir bilsen… kaç kez….
Anladım; barış çok uzaklarda, hayal kurmaksa…Vazgeçtim, hayallerimden.
Dört
bir yanda havan mermileri. Puşimi bastırıyorum kanayan karnına, yeşil gözlerin
kaydı kayacak. “Üşüyorum” diyorsun yalnızca “üşüyorum.” Bir kayanın altına
gömerken seni, aklımda gerillanın sesinden “bugün benim efkârım var” dinlerken
söylediklerin; “Bağ bozumudur, tarhana
kokuyordur evler. Sence …. Heval, bir gün döner miyiz … ?”, “her savaşın
sonunda eve dönülmez mi zaten” demiş, gülmüştüm “bak! memleket işte şu tepenin
ardında” Eve dönmek… hayal kurmak…çok oldu vazgeçeli.
Yaşama
dair her şey ; Barış, huzur, eğitim,
geçinmek,,,,Kürtler için niye bu kadar
zor olmak zorunda ??? NİYE… Tam da her
şey yoluna girecekken sapkın DAİŞ Kobanê’yi,
Erbil’i kuşatır, katledilirken
kardeşi; sessiz kalabilir, mutlu gün geçirebilir mi insan ?
Hey! 1800’lerde
“Her insan, herkes karşısında, her şeyden sorumludur” demiş Dostoyevski’ye
nispet yaparak, DAİŞ Kobanê’lilerin toprağına,
özgürlüğüne saldırıyor diye sevinen sen! İnsanlıktan ne kadar uzak bir pozisyonda olduğunu bildiğinden güya
Kürt değil de PKK düşmanıymışsın tavrında ırkçılığını gizleme gayretindeki sen; hani acının dili,
dini, ırkı olmazdı?
6 yaşından 25 yaşına kadar Kürtleri öcü,
terörist gösterip katledilmelerini onaylatan kara propagandayla eğitilerek
büyütülen sen; neyin sonucu olduğunu bilmediğin, tartışmadığın, kestikleri kafalarla
poz veren, oynayan, 7 yaşındaki
kız çocuklarını zevceleyen IŞİD’lilerin
saldırılarına sevincin, PKK’ya, YPG’ye
nefretinin nasıl tehlikeli bir ruh hastalığı boyutuna ulaştığının
da işaretidir.
Üstelik
yaptığı tonlarca hata, yaşamı ölümden beter kılan zalimlikleriyle PKK’yı
yaratan da, büyüten de; her vatandaşına eşit mesafede durarak can, mal
güvenliğini sağlaması gerekirken tek tipçi faşist ideolojiyi benimseyen Türkiye
Cumhuriyeti devletinin ta kendisiyken. Onun içinde devlet ne kadar terörist,
eli ne kadar kanlıysa; eline silah almak
zorunda bıraktığı Kürtlerin örgütü PKK’da o kadar terörist, eli de o kadar kanlıdır.
Dönde bir bak! Tarihi masa başında değil kanla, gözyaşıyla
yazılmış, kötülük, zalimlik adına yaşanmadık bir şey bırakmamış; asılmış, asit
kuyularına atılmış, …, …, köyleri, evleri, malları, tarlaları yakılmış
Kürtlere, PKK’ya düşmanlığın sana neler yaptırtıyor. IŞİD’den
kaçan Türkmenlere, Êzidilere, Hristiyanlara, Şiilere
kucak açan; Almanya’nın, ABD’nin silah yardımı yaptığı PKK’ya, YPG’ye
düşmanlığından “IŞİD’ de, PKK’
da terör örgütüdür”, “IŞİD’i, PKK ya
tercih ederim” diyorsun ya sen, kimi tercihe
yeltendiğinin farkında bile değilsin.
Sakın, bu sempatin SS’li Hitler, kara gömlekli Mussolini,…, …, Miloşevic,
kontrgerillalı Evren, JİTEM gibi; önüne çıkan kendinden, fikirlerinden, yaşam biçiminden, kültüründen farklı
istisnasız her şeye soykırım yapan IŞİD’li El Bağdadiyi; çok tanıdık, çok olağan bulduğundan olmasın.
Ama
unutma, hepsi de en başında yenilmezdi, dokunulmazdı. Ölüm tüten zaferleri
faşizme karşı direnenlerle; %80’ni
Nazilerce işgal edilmiş şehirlerini 199 gün savunan Stalingradlılarla, partizanlarla,
…, …, karşılaşana kadar sürmüş.
Delilikleri faşizmin yanlışlığı anlaşılıncaya kadarsa sırf II. Dünya savaşında
20 milyon insan hayatından olmuştur.
Evet, IŞİD’de
kazanıyor; şimdilik, şimdilik. Herkes, hepimiz
de ne kadar iyi, günahsız insanlar olduğumuzu anlatıp duruyor, buna inanıyoruz
da. Oysa, görünen o ki iyiliğimiz, günahsızlığımız devletin, örgütün, ailenin,
çevrenin formatladığı kadar. Sorgulamıyor, O biatçı formatla bakıyor, değerlendiriyoruz olayları,
insanları.
Daha
Barzani “Türkiye’nin Kürt yönetimine silah yardımı yaptığını” açıklamadan,
Remzi Kartal “Kobanê’de yaşanacak herhangi bir katliamın sorumlusu ise ABD ve
koalisyon güçleri…” dediği halde Türkiye’nin “IŞİD’i desteklediği” algısının
pekişmesi de bu yüzdendir.
Şimdi,
gerçek yerine algılarla hareket edenlerin katliamlarını, linçlerini en iyi
bileceklerden Kürtler; eğer HDP’nin,
çözüm sürecinin kazandığı ivmeye, demokrasiye “Kobani” protestolarındaki
şiddetin vurduğu darbeyi “Biji serok
Apo”dan “ …. önü katliama açık provokasyona
yol açmış olacağız. Taraflar dar çıkar bakışlı inatlaşmaları terk etme
durumundadır….” mesajını almasa öngöremeyecek durumdaysa, bunun sorumlusu da T.C, devlet
midir?
Provokasyon
yapılacağını bile bile kendini koruyamayacak kadar küçük ve de çocuk 8
yaşındaki Beşir Ariflerin, 15 yaşında infaz edilen Emre Ekincilerin
öldürülmelerini önleyecek saygınlıkta
bir mücadelenin şartı; belki de, artık suçun hep devlete, başkalarına
atıldığı kolaycı düşünce, algı yapısından hızla uzaklaşmakdadır.
Ve
Gezi’deki devlet terörü karşısında; marketlerin, arabaların, otobüslerin yakılmasını,
molotof atılmasını demokratik tepki,
anlayışıyla karşılayanların Kobani protestolarında Kürtlere “Vandal”
yakıştırmasıysa ironiden, ayrımcılıktan başka nedir ki.
Sevgi
Alıcı’nın (18) mutfağında yemek yaparken
hayatını yitirmesinin nedeni; medeniliğin, demokrasinin, yaşamın kurdu şiddet;
nasıl göstericilerin ırkına, mezhebine, statüsüne göre karşı çıkılacak bir olgu
değilse; hiç bir kürdün de; sivil, gerilla 100 bin
ırkdaşını hayatından etmiş eşit yurttaşlık, özgürlük, demokrasi mücadelesini
yağmalama, hırsızlık vari ahlak
dışılıklarla gölgelemeye hakkı yoktur.
Ulus devletin kendisine
yıllarca yaptığını yaparak; kendisi gibi düşünmeyen, davranmayan bir Kürdü “Sık sık sık. Altına sık. Sen ne
biçim nişan alıyorsun”la vurmaya, linçe teşvik eden, farklı herkesi
ötekileştiren bir Kürdün de, artık; onarılması
imkânsız duygusal kırılmalara yol açtığını görme vaktidir.
Tamam,
birbirine karşılıklı nefret besleyenlerin barışması kolay değildir. Tamam,
devletlerin, örgütlerin, partilerin, herkesin tek derdi haklı çıkmak. Bunun için
alçakça yalan söylemekten, manipülasyona başvurmaktan, insanları ölüme atmaktan
çekinmiyorlar. İyi de doymadı mı daha bu ülke; onlarca ölü bedenden akan kana.
Ne çok ölümüz var görmüyor musunuz; 3 günde kimin kurşunladığını
bile bilmediğimiz tam 34 insan öldü, otuz dört. Ayrıca, iç savaşa sürüklenecek bir Türkiye’nin; hiç
kimseye; ne ortak düşman IŞİD’i durdurmaya,
ne Ortadoğudaki Kürtlere faydası olmayacağının kanıtı Suriyeli
mültecilerin trajedisi göz önündeyken; şiddetsiz, demokratik protesto
hakkını kullanma olgunluğu kimseye bir şey kaybettirmez de.
Her can sıkan gelişmede Türk, Kürt siyasetçilerin ”çözüm süreci
bitmiştir” tehdidi, şantajıyla namlunun ucuna sürdükleri Barış da; insanı
sevgiyle kutsayan Hrant Dinkler, Vedat Aydınlar
neden yoksa bu topraklarda; o
yüzden yoktur.
Bakma sen Hevalım, kırıklığına,
dağınıklığa cümlelerimin. Herkes sırrına vakıf olmuş da hakikatin bir ben dışında kalmışım vaziyetinde; eninde sonunda bir insanının hayatına kastedeceğinden masumiyeti
bitirmiş savaşın ortasında, barışı savunmak büyük cesaretken; keşke
barışın, demokrasinin “döndün ya…”, “gula
mın, çokkk özlemişim”’in bedeli de bu kadar ağır, bu kadar ölümcül olmasaydı.
18.10.2014
Gülsen FEROĞLU
Meğer,
herkesler de biliyormuş
İlk kaybın hep masumiyet olduğu savaşın Ortadoğu’daki gölgesinde,
insan, bazen her
şeyi unutup bir rujun rengini seçmeyi hayatının en önemli meselesi haline
getirecek kadar aptallaşmak istiyor. Sonra. Sonrası Özdemir Asaf “Sana gitme demeyeceğim/Ama gitme Lavinya/Adını gizleyeceğim/Sen de
bilme Lavinya”
Karşındakinin bilmediğini bilmek, kimine Asaf gibi kırık mısralar yazdırtırken, kimileriniyse
dipsiz bir fütursuzluğa, otoriterliğe itiverir. İnsanoğlu da bilmeyince, dayatılanı sorgulamayı da bir kenara atınca
sadece öğretileni, yaşadığını gerçek sanır.
İşte demokrasiyi yaşamamış, özgür bireyin, medeni davranışın ne
olduğunu bilmeyen böyle bir Türkiye; ”
akıllarına çok ihtiyaç olduğunu” düşünerek her gün
ekranlarda durmadan konuşan onlarca sunucunun,
gazetecinin, siyasetçinin kendini üstün,
dokunulmaz saymasının nedenidir. Bu zat-ı muhteremlerinin hele de seçim
sonuçlarını bir yorumlayışları vardır; evlere şenlik.
Avrupa’da,
ABD’de de sonuçları aşağı yukarı Türkiye’dekine benzer çıkan seçimler
yapılıyor. Bazen çok küçük bir farkla demokratlar, sosyalistler, yeşiller bazen
cumhuriyetçiler, muhafazakârlar kazanıyor. Herkes demokrasi adına sandık
sonucuna saygı gösterip, öncelikle de medeniyetin gerektirdiğini yapıp seçimi
kazananı kutluyor.
Türkiye’de
ki gibi daha sandıklar açılır açılmaz
“halkın tercihi mi? bana ne? …. bizim Başbakanımız, Cumhurbaşkanımız
değil”, “…..çözümcülere, …. Osloculara, Kandil havarilerine….” heyezanlı; kendine, tuttuğu partiye oy vermeyeni ötekileştiren liderler, parti sözcüleri, gazeteciler, STÖ’ler mi ??? vaki değildir. Oyu “seçmen şu mesajı verdi”li
yontmalara, manipülasyonlara alet
edilerek afallatılan seçmen de.
En
komiği de, her seçim sonu bu beyanları yapan her biri bir partinin, liderinin …, …, Demirel’in, Ecevit’in, …, Çiller’in, …, Erdoğan’nın, Kılıçdaroğlu’nun, …, Bahçeli’nin
yandaşı kişilerin, trollerin, destekçileri medyanın; birbirlerini
“kutuplaştırıyorlar”la suçlamalarıdır. Demokraside,
seçimlerde farklı görüşteki adaylar yarıştığından seçmenin tamamını
hiçbir adayın; Obama’nın, Hollande’ın, Merkel’in dahi kucaklamadığını bilirler.
Yine de “ülke, git gide iki ayrı yöne
doğru kutuplaşıyor” masumluğunda,
velveleciliği elden bırakmazlar.
Kutuplaşmanın
temelini ulus devletin farklıya nefret, tahammülsüzlük, düşmanlık barındıran
“tek millet, tek devlet ”ini tamamlayan tek adamlığının attığını gizleyen
kurnazlıkta, kutuplaşmayı yeni bir
olguymuşçasına piyasaya arz ederler.
Halbuki, üstünde yükseldiği faşizm esintili, ötekileştiren Kemalist ideolojili sistemin yolsuzluk,
kayırmacılık, rüşvet, torpille beslediği ulus devleti yönetenlerin,
yıllarca körükledikleri laik anti
laik, Kürt, Alevi, Gavur, komünist,
sağcı, solcu, …, …, kutuplaşması değil
midir Mustafa Suphi’leri boğduran. Koçgiri, Ağrı, Dersim isyanını, 30 yıl süren
savaşı doğuran. 6/7 Eylül’ü, onlarca katliamı; …, Maraş,
Sivas, Roboski, darbeleri, idamları,
faili meçhulleri normal karşılatan.
Hortumlanmış 200 milyar dolar görev zararını halka ödettiren.
“Kısa etek giyenlere kezzap atılıyor”lu
yalanlar, “rejim tehlikede” benzeri
korkularla sağlamlaştırdıkları nefret, bilinç yüklemeyle köreltilen zihinler sayesinde,
inanmadı mı insanlar, 1960’da aklı zorlayan
“DP” nin “ gençleri kıyma
makinesinden geçirdiği” yalanına.
Türkiye,
bugün yine; emek sarf etmeden düşmanlık,
karşıtlık stratejisiyle belli bir yüzdelik oyu bloklayıp yandaşı
kilitlediğinden yalnızca siyasilerin değil, her kesimin işine gelen
kutuplaştırıcılığın “Anayasa kitapçığını” fırlatmalı, “gezi zekalılar” hakaretli üsluplarının arasına hapsedilmiştir.
Evrensel demokrasiden hep bi haber olan Türkiye’de; adı
ister Mustafa, ister Tayyip, ister
Kemal, ister Ayşe olsun, neredeyse herkesin, her kesimin “ gerçek demokrasi, hukuk, özgürlük bu” diye sunduğu; kendine özgü bir demokrasi, özgürlük, hukuk anlayışı vardır.
İllaki
de “Bağımsız Ege Proje”leriyle örtülü ırkçı, faşist
dillin etkisinde olacak bu demokrasi anlayışları otoriter olmakla kalmaz,
bir yaşam biçimini de dayatır.
Milletvekili, bakan, belediye başkanı kısacası bir makama gelmeyi, yükselmeyi, ihale kapmayı, servet edinmeyi
otoriter liderin, kadrosunun iki dudağının ucuna bıraktığından haliyle birey
biatçı, toplum da ümmetçi olacaktır.
Onun
içinde; E. Özkök, K.Çalışkan, N. Ilıcak, Koç, Boyner, Engin Altay, Oktay
Vural, onlarca Twitter Facebook
kullanıcısı; karşıtları her kişiyi, her
görüşü, her tavrı “Cumhuriyet düşmanı”,
“diktatör”, “hain”, “terörist,
“dönek”, “aptal” yaftasıyla taşlatacak, linçletecek nefretlerini;
M. Karaalioğlu, A.Kekeç, Y.Oğur, Cengiz, Şamil Tayyar kadar kutuplaştırıcı,
biatçı, seviyesiz bulmaz.
Cumhurbaşkanlığı seçiminin tek galibi de ”Mührü Ekmeleddin’e basarken…
düşünme, sorgulama…” tweetli Fazıl Say’ın, “Mecburiyetten oy
vermekten bıktık”la Enver Ayseverin ifşaladığı; tuttuğu partiyi, lideri, fikri,
grubu, mensubu kimliği, mezhebi tanrılaştıran biattır. Ki “tıpış,
tıpış” la içselleştirilmiş o biat laik Alevilere; basın toplantısını besmeleyle
açan İhsanoğlunun; Türk-İslam sentezci fikirlerine göz kapattırıp, oy verdirmiştir.
Türkiye’nin
en büyük talihsizliği, ayıbı da 21. yüzyılda;
okumuş, yazmış koskoca işadamlarının, gazetecilerin,
siyasetçilerin, profesörlerin, asker,
sivil bürokratların bir lidere, bir cemaatte, bir gruba biatlığıdır.
Meğer
“İhsanoğlu’nun kazanamayacağını biliyordum ama yazmadım”
diyen algı operatörü Emin Çölaşan gibi hiçbir derde derman olmayacak
kutuplaşmayı, gerginliği isteyen herkesler,
herkesler de biliyormuş seçimin sonucunu. Peki aynı amaç; Tayyip’i devrime bordo timinde
buluşan herkesler; en aydınlar, en laikler,
en ulusalcılar, en liberaller, en Kemalistler, en milliyetçiler, en
cemaatçiler, en zenginler, en beyaz Türkler. Bütün bu en enler biliyordu da
niye; düşmanları “Tayyip“e Cumhurbaşkanlığını 1. turda garantileten çatı adayı AKP’li
İhsanoğlu’nu bağırlarına bastılar?
Tam
30 yıl, gözlerinin önünde; ölümden, gözyaşından başka bir şey getirmeyeceğini
bile bile, ulus devletin tekçiliğinin, ceberrutluğunun dağa çıkardığı Kürt
gençleriyle, Türk gençlerinin oluk oluk akan kanına, kan katan
savaşgirliklerini nasıl, niye sürdürdülerse İhsanoğlu’nu da o yüzden bağırlarına bastılar.
Ve egemenliği hâlâ sonlandırılamamış “mecburiyetten oy verdiren”
biattın sonucu vesayetçi
Türk müesses nizamı demokratikleştirilemediğinden,
ilkeli bir yenilginin nasıl büyük bir zafer, özgürlük taşıdığını da kimseler fark etmeyecektir.
Savaştan kaçıp şefkatine sığınmış
Suriyeli mültecilerin linçletildiği Türkiye’de; herkes kendi içine bir baksa…
bir baksa ; ne kadar irin, ne kadar zehirle
dolu olduğunu görecektir de…. “Ancak kendinde devrim yapabilen devrimci
olabilir” diyor ya Ludwig Wittgenstein;
belki herkesin mücadelesi de o
ânda; biata ‘hayır’
denilecek o ânda başlayacaktır.
Yaşamı
kapısına koymayan Ortadoğu’da yine gece oldu. IŞİD mezaliminden kaçan
Êzidilere, Hristiyanlara, Türkmenlere, Şiilere, Suriyelilere kalkan olan
Kürtlerin damgasını vuracağı bu yüzyılda; Musul’da, Şengal’de, Cezaa’da,
Kobanê’de kol geziyor ölüm, kan kokuyor olmaz
olası gece.
Vahşetin, ayrımcılığın, zulmedenin tükenmediği bu ölümcül coğrafyada;
hep bir eksiği olacak ya da genç bitecek
hayatlar…hep ertelenecek istekler…duyguların, aşkın kuytulara gömüldüğü
isyanın, savaşın, kavganın orta yerinde;
ne bildiğini
mutsuz edecek düşüncesiyle sevdiceğinden saklayan sevdalar düşer bize
Hevalım, ne de tamamlanan hayatlar.
Hani
cümlenin sonuna konulan üç nokta var ya…hani söylendikten sonra sessizlik
oluşan…konuşmaktan daha fazla şey anlatan o sessizlik var ya… işte o en çok
Ortadoğu’ya… bu dünyaya yakışır. İnsanın kaderi de doğduğu ülke, coğrafyadır değil mi Hevalım?
06.08.2014
Gülsen FEROĞLU
Sende
bilme Lavinya
Hiç
dönmeyecek olanlara öyle yandı ki içim, öyle yandı ki; yollarını kaybetti
kelimelerim. Öyle işte… o çocuk düşlerimiz yok artık. Ki çerçevesini önce
ailenizin, yaşadığınız ortamın çizdiği düşleriniz; bugünün sınavdan sınava
koşturulan çocuklarının düşlerinin yanında ne kadar da ulaşılabilirdi; sana
yağı, salça sürülü ekmek yerine şokellalı ekmek, çamur, tahta değil plastikten bir oyuncak, kaloriferli
ev.…
Düşlerinizin düş kalacağı, bir gün kimselerin bilmediğini de öğreneceğiniz ‘helvacı güzeli’ masallı
dünyanızda; ne vücudunuzun proporsiyonu bozulmasın diye belinize tahta
bağlanmış, ne her dakika ”dik
dur”la uyarılmış, ne de iz bırakmasın
diye dikiş attırılmıştır yara, berelerinize.
Tatillerde
gidilen memlekette ekmeğin nun’a, “adın ne”nin “name to çıko”ya dönmesini
kanıksamayan, “alnım yaş, yüzüm yaş bana vuran
Kızılbaş” nakaratlı oyunların şaşkını çocukluğunuzu
kâbusa çevirecek “çocukları astılar”, “bizimkileri katletmişler”li ölüm
haberleri. Savurup parça parça edecek de ” gâvursun, Müslüman,
Türk değilsin ” diyecek
yaşıtınızdır.
Böylece
“aslan yavrusu yiğitler, su içemeden öldüler”li türkülere yansımış dertleriyle; hep
endişeli, hep üzüntülü, hep tetikte olmalarına alıştığınız, ekmek kavgasındaki
ebeveynlerinizin yaşadıklarını yaşatacak farklılığınızı, ilk haber
veren de o yaşıtınız olmuştur.
Sonraları,
bir gün ve mutlaka; pür-i paklıklarına kanıt diye söyledikleri ama ayrımcılığı
katmerlendiğinden daha da acıtan; Güney Afrika’da Apartheid
yanlısı gözükmemek için beyaz adamın türettiği
“ı have black friends” kalıbının Türk versiyonu “benim Kürt arkadaşlarım
da var”ın bol değişkenli; Alevi, Ermeni,
Süryani, başörtülü, komünist; kullanımıyla da karşılaşacaksınızdır.
O
kalıbın, asıl, ‘biz’in onları; ötekini yarattığı
söylenemeyeninde gizlidir; doğduğu toprakları
değil üzerindeki devleti; farklı köken, mezhep, görüşteki insanları değil tek milleti
sevmenizi “tıpış, tıpış” isteyen ulus devletin, beyinlere zerk ettiği ötekileştiren,
faşist ideolojisi.
Kendinden olmayanı ötelemek yalnızca Türkiye’de değil dünyada da;
ülkedeki etnik, dini, siyasi, inanç
grupları arasında
üstün tutacağı bir kimliği illa ki bulacak, olmadı yaratacak ulus devletin ihtiyaç
duyduğu bir olguydu. Ulus devlet, bu sayede yönetimde egemen kıldığı faşizmle, diktatörlükle kendinin, üstün saydığının
tahakkümünü pekiştirmiştir.
Ulus devleti ötekileştiren ideolojisinden vaz geçirip; kültürüne,
inanışına, diline, töresine saygı temelinde her kesime, her kimliğe eşit
mesafedeki modern, rasyonel devlet haline getirense; totaliter yapısına
ayaklanan ötekilerin mücadelesi. Ve milyonlarca insanı hayatından eden, yol açacağı
savaşların yıkımıdır.
Türkiye’de de ötekileştirme;
İttihat Terakkicilerin Ermeni tehciriyle adımını attıkları, Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığından
uygulayamadıkları, Cumhuriyetinse harcına koydukları faşist ideoloji gereği, topluma dayatılan Türk, Sünni, laik
kimliğe biat edilmeyince başlatılacaktır.
Ulus
devlet, yöneteni üstünler; bir tek Anayasal statü vermeyip asimile ettikleri kimlikleri, mezhepleri değil muhaliflerini de cezalandıracak.
Bunun içinde Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kumpaslar,
komplolar kurarak, suç yıkarak düşmanlaştırdıkları ötekileri, İstiklal Mahkemelerinde
yargılatıp ibret-i alem için sokak ortası darağaçlarında sallandırmaktan da
çekinmeyeceklerdi.
İstiklal Mahkemesi savcısı Sürreya Örgeevren’nin anlattığı “…mahkemeye kara yağız bir Kürt genci
getirdiler. …. Türkçe bilmediği anlaşılınca…… 'türkçe bilmeyen bir kimseden bu
memlekete hayır gelmeyeceğinden idamına karar verildi.' …o gece çocuğu astılar.”lı
onlarca mezalime, katliama, baskıya maruz bırakılan ötekiler, öz vatanlarının “EL”i edileceklerdi.
Siyasette, ekonomide ipleri elinde tuttuğundan; yasama, yargı, yürütme ve dahi
denetlemeyi kendine toplayan her biri kendi başına bir hükümet tavırlı Türklere, Sünnilere en yüksek makamlar, ihalelerden,
arazilerden pay vererek zengin, güzel bir hayata kavuşma imtiyazı tanıyan ulus
devlette; ötekinin hayatta kalabilmesi de ancak kimliğini, inancını inkâra,
asimilasyona “evet” demesine bağlıydı.
Öteki olmaksa kolay değildir; param parçalığınızı toplayamadan, kırıklarınızı
onaramadan daha, daha kırılmak, daha da parçalanmak “Aleviyim”in ardından gelen “sizde mum söndü
varmış doğru mu” karalamasına katlanmak. Kolay değildir “galiba müdür alevi
olduğumu öğrendi”, “kimseye söyleme Aleviyim”,
“Ermeni’yim” fısıldaşmaları, Tunceli yerine Erzincanlıyım demeler, “ kapımıza
dayanırlar, gidelim ”le yaşanan yerin terki.
Onun için asırlar geçse de; tehcirde annesinin “Ermeni olduğunu
unutma” sözü aklına kazınan Zabel’in; günlüğünde “hayatımı kaos, acı çekme ve
ölüm üzerine kurmam mümkün değil” yazan, 15’inde de Nazi kampı Bergen Besen
ölen Yahudi Anna Frank’ın, beyazlarla
aynı otobüse binememiş bir zencinin çaresizliğini en iyi anlayacaklar kuşkusuz ki
ötekilerdir.
Zira, Bulgaristan’da Belene kampında Türk İbrahim Terselli, Maraş katliamında
“… “başbuğ Türkeş diye bağıran 500-600 kişi tarafından evi” sarılan Seda
Bilmez, Bosna’da evlatlarını Sırpların
öldürdüğü Esad Tufekciç, Madımakta iki
evladı yakılan Hüsne Kaya, Kürdistanda sadece 1994 yılında boşaltılan 1500 köyün,
mezranın yaşayanları, bombalanan Gazze’nin Filistinlileri; ne çekmiş, ne
yaşamışsa biraz fazla, biraz eksik, dünyadaki bütün ötekiler de aynı şeyi
yaşamış, aynı şeyi çekmişlerdir.
Bugünde, ulus devletin yoldaşı Türk de, ötekileştirdiği de
farkındadır; aralarında çoktan bitmiş bir ilişki vardır. Velakin nokta konulup
yeni cümleler, kelimelerle eşit bir ilişkinin temeli atılacağına,
yetiştirildikleri ırkçı ideolojinin etkisinde; nefret, öfke saçan neredeyse herkesin, her kesimin bazen kendi çapında bir faşiste
dönüştüğüne tanıklık edilecektir. Öyle ki
kendini ötekileştirenle birlikte bu defa da gücün yettiği; “ pis Suriyeli’ler”, “bütün İsrailliler yok edilse…”
, “ AKP’ ye oy veren teneke”, “Gezi zekâlı”, “ züppe”, “bizim mahalle”, “onların sokak”la
ötekileştirilecektir.
Şimdi 301 madenci Soma’da katledildikten sonra 18., 19. yüz
yıl şartlarında çalıştırıldıklarının anca gün yüzüne çıkabildiği bu cennet
vatanda; kazanmak, seçilmek
uğruna fikrini, kendini sıfırlayarak
aynı anda; hem ilerici hem muhafazakâr,
hem demokrat hem faşist, hem batılı hem batı düşmanı olabilen Demirel
figürlü siyasetçilerin saf dışı bırakılması, ulus devletin kendini yenilemesinin, demokratlaşmasının
da yolunu açacaktır.
“Alevi’dir,
‘Kürt’tür ama çok iyi insandır”da bahşedilen iyinin öznesi, sonuna da hep
bir ‘ama’nın konduğu hayatlar yaşayan. “Hayır ben
sizden değilim” diyerek koca bir yalnızlığı da göze almış o yüreği çelikten insanlar… o güzel, naif gülüşlü kadınlar…
o güzel bakışlı çocuklar …var olduğunu
sandığım ‘yok’larla harcadığım vakitlerdi, yitip gittiler. Hani; Berkin
(15), Burak (21), İbrahim Aras (15) hani,
yaşlanınca ölecekti insanlar. Dünyanın
gözü önünde İsrail bombalarıyla can verirken Ahed (10), Zekeriya (10), Ramez (9)
Bakr; hani, allahın emriydi ölüm.
İlk kaybın masumiyet olduğu savaşın gölgesinde insan bazen her şeyi unutup bir rujun
rengini seçmeyi hayatın en önemli meselesi haline getirecek kadar aptallaşmak istiyor.
Sonra. Sonrası Özdemir Asaf “Sana gitme demeyeceğim/Ama
gitme Lavinya/Adını gizleyeceğim/Sende bilme Lavinya”
Gülsen FEROĞLU
20.07.2014
O, ne şeker bir laiktir
İşte hepsi bu; sonunda bir
hiçliğin içinde yitip gidecek her şey şehr-i İstanbul’da da, şehr-i Amed’de de. Öncesinde, yaşaması
gereken bir ulusun karşısına yok edilmesi gereken, ötekileştirilecek diğer bir ulusu, dini,
mezhebi koyan faşizmi benimsemiş, ulus devletlerin mekanı Ortadoğu’dasınızdır.
Ötekileştirilene nefretle her gün onlarca insanın öldürüldüğü Ortadoğu’da; neredeyse tamamı Demirel’in Makyavelist
siyasetinin esiri parti liderlerinin kıskacındaki Türkiye’de; her
şey öylesine de aynıdır ki. İşte bu Bahçeli, Kılıçdaroğlu, Kamalak, Baş’ın ,
..,…, partilerinin rotasını belirlemeden aday seçimine kadar, her konuda,
Erdoğanın otoriter mantığı, tavrıyla aynı; tek adamlıklarını demokratik
sayanların sayesinde gördü güzel ülkem; Ekmeleddin İhsanoğlu’nu.
Ama el hâk; İhsanoğlu’da dahil
tabanına, grubuna danışma lütfunda bulunmadan gösterdiği her adaya eyvallah
demiş çoğunluğu Alevi seçmeninden, AKP’li seçmende yerdiği biaatçılığı
garantilemiş Kılıçdaroğluna kim yanlış yaptın diyebilir?
30
Mart 2014’te; Hatay’da AKP’li, Ankara’da MHP’li, İstanbul’da YDH’lı birini aday
gösterdiğinde “mükemmel taktik”le CHP’ye
destek veren Hasan Cemaller,
Enver Ayseverler, ulusalcılar, beyaz Türkler, Aleviler, solcular, doku
uyuşmazlığı yaşadıkları İhsanoğlu’nu niye aday gösterdin diyebilirler mi
Kılıçdaroğluna?
Mükemmel
taktiği geçer not almış Kılıçdaroğlunun aklına da herhalde gelecek son şeydir; “CHP’lilerden …. Ankara’da
kahramanlarına küfretmiş bir adaya oy vermesi istendi”yi yeni yazan Can
Dündar’ın, ülkücü Mansur’a oy vermeyi,
verdirtmeyi içine sindirmişlerin; MC’de
Türkeş’in danışmanlığını yapmış İhsanoğlu’na oy vermeme ihtimalleri.
Zira,
karşı çıkılan, hoşlaşılmayan her kim, hangi hükümet, partiyse; gitsin de kim gelirse gelsin fark etmez
dendiği anda, gitmesi için her şeyden,
her değerden vazgeçilip, her türlü
çirkinliğe, oyuna, yanlışa ‘evet’ denileceğinden, varılacak kaçınılmazlık da karşıtına
dönüşen ilkesizlikten başka bir şey olmayacaktır.
Böyle
çoğunluk Sünni, Türk, muhafazakâr; CHP
%26+ MHP %17,63+ diğer% 2,77 = %46,4
azıcıkta AKP’den oy, Çankaya bizim düşüncesiyle aday yapılan İhsanoğlu; alternatif üretmeden
yalnızca gözü, aklı kör eden Erdoğan kindarlığı, karşıtlığı üzerinde politika yapanların son
durağıdır.
Mevzu
bu kadar basit, çoğunluğa uyarak kazanmaysa yeni, yepyeni bir açılımdır. Şöyle
ki bir Kürt, bir Alevi, bir Ermeni, bir değişimci, kökenini, mezhebini, fikrini
Sünni, Türk, muhafazakâr çoğunlukta
eritebilseydi; eşit yurttaşlık talebi, ana dilde eğitim vari onlarca sorun çoktan hakkın rahmetine kavuşacaktı. Vallahi
de billahi Galileo, Danton,
Marx, Lenin, Mandela ,,,,,
muhalifler; doğrularına sımsıkı
sarılacaklarına, farklı oldukları çoğunluğa uysalardı onca musibetle de uğraşmayacaklardı.
Neyse
geçmiş, geçmiştir de şu “Sarı saçlım, mavi gözlüm” muştusunu bekleyen “Mustafa
Kemalimin askerlerini” anlayan beri gelsin. Dünya dert görsün; Enes, Furkan,
Sümeyye yetmedi bir Ekmeleddinimiz
eksikti diyesilermiş. Neymiş efendim; seküler, Kemalist, medeni kadınların,
erkeklerin köküne kıran mı girmiş; Türkiye’ye 27 yaşında gelmiş Kahire doğumlu
biri çatı adayı
yapılmış…mış. Üstelik, Nihat Hatipoğlu karşılarında sohbetteyken.
Dilimiz
lal olaydı da demeseydik, klavyemizin tuşları kilitleneydi de yazmasaydık “tatava yapma, bas geç” diye;
nerden bilesilermiş bir gün kumpasa getirilip “tatava yapılmayacak gibi de
değil ki kardeşim” haline geleceklerini.
Yok, yokkkk!!!! Diyarbakır’da “bana oy
verseydiniz Roboski’nin hesabını soracaktım”la Kürtleri fırçalayan, aklı da
Lice’de bayrak indiren 16 yaşındaki çocuğu “alının çatının ta ortasından“
vuracak Bahçeli’ye kaymış Kılıçdaroğlu sosyal demokratsa, Bahçeli’de Willy
Brandt’mış.Nokta.net yani.
Şüphesiz
ki bu “yalnız ve güzel” ülkenin tekçi ulus devletini kuran; haşmetmeabınız
CHP’nin tavrını hiç mi hiç hak etmediniz. Ancak, altı üstü bir PR’a bakar.
Kristal elmayı kapacak dizayn duayeni Doğan Medya Center, Zaman ortak yapımı overrated Ekmeleddin güzellemeleri
gösterime sunuldu bile. “Çatı adayı
AKP’yi tedirgin etti?”li üstün akademik, entelektüel CV’li parlatmalar; ahhhhh,
ah bi tanısanız. Bi tanısanız nasıl da seveceksiniz. Ne şeker, ne kibar, bir
laiktir o, ne Atatürkçü…ne…ne…
Başörtülü kadınlara, badem bıyıklılara saygısızlık, ayrımcılık mı haşaaaa, yine de;
dünürü” daha onun namaz kıldığını görmedim” demiş; genetiği Çankaya’da
başörtülü “firts lady” görmektense ordu
dipçiğine kodlanmışlara da dip not: eşinin başı açık. Daha datlısını
nerden bulacan Ey seçmennn!!!ilahî buldun, bunuyon.
Bazıları
da tutturmuş; Türkiye’deki hangi özgürlük, hangi demokrasi, hangi hukuk
mücadelesinde yer aldı. Düne kadar Kürtler, Aleviler, mütedeyyinler, LTGB’lerin
sorunlarına dair bir fikrini duyan, duruşunu bilen, gören var mı diye. Duyan da bildiklerinden,
tanıdıklarından çok hayır görmüşler sanacak. Değil mi ki koyunun hayat hikâyesi
hep aynı yerde; mide de bitiyor! at bir tweeeet; akıt zehrini, rahatla anam,
babam.
Pardonne
moi güzellerim, Cumhurbaşkanı adayı
şöyle olmalı, böyle olmalı diye say say, onlarca istişarede bulun, formüller türet.
Sonra, seçim dediğin de farklı siyaset, partiler, adaylar arasındaki yarışken, sen tut,
bankadaki milyonlarına kadar muhalefet ettiğin zihniyete tastamam kapak
birini aday göster. İhsanoğlu, AKP’nin
adayı olsaydı artı saydıkları özelliklere,
sıfatlara “AKP kutuplaştırıyor”la başta artık bir vücutta bütünleşmiş
Devlet-lü-Kemal karşı çıkmayacak mıydı?
Hem
değişimi getirecek, yönetenleri hizalayıp hataları önleyecek farklı fikirlerden, farklı kadrolardan
süzülen doğrularken tek fikir, tek aday etrafına toplanılacaksa seçime¸
demokrasiye ne gerek var dimi sultanlarım.
Bir
de nedir o, uzlaşı, uzlaşı çırpınmaları. Uzlaşı; ırkçılığı, milliyetçiliği
dışlayan evrensel değerler; eşitlikte, kardeşlikte, demokraside, hukukun
üstünlüğünde,…,…, buluşmadır. Yoksa,
Bahçeli’nin katilliği tescilli Ünal Osmanağaoğlu’nun cenazesine
katıldığı, Celal Adan’nın da “O büyük bir Türk Milliyetçisiydi” diyebildiği
MHP’ye payandalık değildir.
Her
seçim öncesi bir erdem gibi sunulan ”oyun boşa gitmesin, bölmeyin ” laf-ı güzaflı hayasızca akınlar
da; demokrasiyi hiç yaşamamış, hiç bilmemiş ülkelerdeki sakat demokrasi
anlayışının sonucudur.
İnsanlardan “boşa gitmesin”le kerhen bir partiye, bir
adaya şuna, buna oy vermesini istemek;
bu toprakta yıllarca hüküm sürmüş “
iyisini ben bilirim; benim düşündürdüğüm kadar düşün, benim gösterdiğim
kadarını gör”lü üstenci Kemalist ideolojinin izdüşümüdür; bugüne.
Halbuki,
bir oy alacağını dahi bilsen “ikincisi
de benim olsun, savunduğum parti, fikir ben oy vermezsem nasıl hayat bulacak
”la tercihini, temsil hakkını sandıkta kendini ifade edenden yana kullanmaktan
geçiyordur, belki de insanın, geleceğin özgürlüğü.
İslamcı
otoriteyle, ırkçı ulusalcı otorite arasında kapana kıstırılmış Türkiye
Cumhuriyetinin hüzünlü öykülerin kahramanı olmasına son verecek de belki ,
halkın daha kullanmadığı oyunu bile babalarının tapulu malı sayan ‘dayı başı’
liderlere, seçim barajı ayıbına karşı; “Ferman padişahınsa, oy benimdir ” isyanıdır.
Gel
gelelim seçime. Asimilasyon, vesayet, yoksulluk, ölüm, acı, sevinç, kavgayla
harmanlanmış hayatıyla bireyi, özgürlüğünü kutsayacak Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy almayı
hak eden tek, yenilikçi adaydır.
Hevalım; çocuklukta… gençlikte… Kürdistanda…darbelerde,
Maraş’ta, Madımak’ta, Roboski’de, Gezi’de,
Soma’da, okulda…işte…sokakta…parça parça ettiler…kırdılar…senin gibi…öteki
herkes gibi beni de; Hevalım.
Hiç dönmeyecek olanlara öyle yandı ki içim,
yollarını kaybetti kelimelerim. Öyle işte…o çocuk düşlerimiz yok artık.
Gülsen FEROĞLU
06.07.2014
Yaşamak,
başlı başına bir inattır Hevalım
Hayat, sadece
başımıza gelenler değil, başımıza getirilenlerdir de. Ve “çocuğum bol bol masal
dinle/ henüz inanırken…” Zira; adı ölüm..
adı savaş.. adı bir anda ülkelerin sınırlarının değişebildiği Ortadoğu
olan bu diyarda; Külkedisinin prenses,
çirkin ördeğin kuğu olacağını duyamadan koca bir yetişkine dönüşüp, en
derinlere gömebileceksin çocukluğunu, bir günde.
İnsanların mezar başında konuştuğuna gözyaşı akıttığı, çocukların hayatta geri dönülmeyen bir yerin
varlığını öğrendiği; her gün en az bir işçinin iş, beş kişinin trafik kazasında
öldüğü, kadınların, çocukların şiddet
sonucu öldürüldüğü bu diyar!
Ah bu diyar! Bir günde tam 432 çocuğun
yetim kaldığı Soma’da; sabah “topuklu
ayakkabı alacağını“ söyleyen babası Celal Sevinç’in akşama öldüğünün haberini
almış 11 yaşındaki Serpil’i, 12 Eylül 1980 öncesi öldürülen adı: Renan Eriş, adı: Ahmet Güder,.., ...,,
olan 5 bin 388,
30
yıl süren savaşın hayatından ettiği 60
bine yakın Kürt yurttaşını, onca katliamı, onca ölüyü kucaklamaya daha da ölüme doyamayandır.
Ah bu diyarda;
medeni dünyanın hayret edeceği onlarca
basit gerekçe; gaz maskesi olmadığından, iskele çöktüğünden, devletin
silahlı görevlileri ateş edip, gaz bombası attığından, diline,
ibadethanesine konulan yasağa, AVM,
kalekol yapımına karşı
çıktığından, doktor yanlış teşhis koyup ilaç verdiğinden, sele, depreme önlem
alınmadığından,…, ..,yani bir hiç yüzünden kaybedilmiş on binlerce can.
Düşünsene, bir cenazeye katılmak üzere evden çıkıyorsun, cem evine
doğru. Avluda dolaşırken bağrış, çağrış, kurşun sesleri. Boylu boyunca
düşüyorsun avluya. Bu dünyada son kez adlandırdığın tek şey; bir kurşunun
keskin acısı. Sonrası. Sonrası yok.
Evden beş dakika geç çıksa, bir tanıdıkla sohbete dalsa, o avluda, o cadde de, o madende bir adım eksik atsa
ölmeyeceğini nerden bilebilirdi; Uğur Kurt, Ayhan Yılmaz, Ramazan Baran, Baki Akdemir , İbrahim Aras,
Celal Sevinç,,,,,.
Uğur’un avluda, Ayhan’nın cadde de, Ramazan,
Baki, İbrahim’in yol üstünde akan kanına, yerde yatan fotoğraflarına iyi
bak Eyy yüce devlet! 15 yaşındaki Berkin için ” ölmüş, geçmiştir” diyebilen
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan! O resimlerden ötesi, yok artık.
Kendilerinden önce devlet,
kul eliyle öldürülen 5 bin 388, faili meçhul cinayet kurbanı 20 bin
insan gibi Berkin, Uğur, Ayhan, Ramazan, Baki’nin de katilleri, failleri
bulunup, yargılanmadığından evet! ölmüşlerdir ama geçmemiştir, geçememiştir.
Öylece kalmışlardır vuruldukları yerlerde, kanayarak, hâlâ.
Hem bir ibadethanenin avlusunda, sokakta, yolda, iş yerinde kol
geziyorsa ölüm yoldaşı şiddetle, ne anlamı var Türkiye Cumhuriyetinin
varlığının? Ne anlamı var, vatandaşının canını koruyamayan devlet diye
ortalarda dolaşan ucubenin?
Eyy protestocu sende iyi bak! Yıllarca aynı havayı soluduğun,
belki Berkin’nin cenazesinde, belki bir protestoda yan yana yürüdüğün, belki parkta, belki bir bankta rastladığın Uğur’un,
Ayhan’nın, Baki’nin, …, …, resimlerine. Kızsan da, hakaret etsen de bu
satırları yazana; devletin terörüne meşruiyet
için seni çektiği bermuda şeytan üçgeni; şiddet, ölüm sarmalında
masumiyetini, merhametini nasıl kaybettiğinin resimleridir onlar.
Söylesene; Ethem, Uğur, Ayhan, Ramazan, Baki, İbrahim’in yerde yatan resimlerine bakarken hangi ölüm
anlamlı gelir insana…hangi kavga…hangi savaş…hangi mücadele….hangi sevda…
Bunca ölüme neyi, nasıl yapsak ta yüreklere ateş düşmese, canlar
yitmese denileceğine; herkesten, her kesimden, her yerden taşıp sokakları kaplayan kalıtımsal bir nefret kültürüne, bir savaş diline teslimiyet. Medeni bir iletişim,
ilişki; anlama, konuşma, empati
yerine karşıtını boğma, mahvetme, savaşma isteği.
Sonuç; ulus devletin “hain, güvenilmez, terörist” nefretiyle ötekileştirdiğine, yeni ötekiler
ekleyen; muhalifini “gezi zekalılar”, “Bayrak indireni alnının çatından vurun” ,
“Bayrağı indiren hükümettir ”le iten bir
Başbakana, muhalefete, siyaset dizaynını
görev algılayan “ne bayrak kaldı, ne
toprak Kevgire döndük” manşetli “sözcü”
bir medyaya sahip diyar-ı Türkiye. “Suç devlette” “hayır, ortalığı
karıştıran teröristler” çıkışıyla karşıtına şiddeti, ölümü “hak ettiler” mantığıyla meşrulaştırma, kutsama.
Kutsanmasa
ölüm Hayat yerine; kim savaştırabilirdi
hakları. Kim koşardı ölüme, öldürmeye, cihada. Hangi annenin yüreği dayanırdı
evladının kaybına, yüce bir amaç; vatan, bayrak, demokrasi, özgürlük, hak,
hukuk Allah, din yolunda öldüğüne, öldürüldüğüne
inanmasa.
Onlarca hayat da işte
bu; mensubu kökene, mezhebe, dine,
fikre, örgüte, partiye biatla daimileşmiş nefretin dışa vurumu şiddeti, ölümü
kutsayanların, kitlesini galeyana getirmede kullandığı yoksulların,
gençlerin ölümünü, siyasetinin, propagandasının aracı
yapma çağdışılığında yitip gitmektedir.
Şimdi,
bir kez olsun “uğruna öldüğün, öldürdüğün savaş, çatışma neydi, ne değildi”yi
sormadan “vatan sağ olsun“la evlatlarının ölümüne dayananların, yıllarca erteledikleri yüzleşme, sanki “Savaş, savaş,
savaş, Barışa hayır” sloganıyla Lice’de yürüyenlerin karşısına dikilmiştir,
korkarak.
Yeni ölümler, acılar getirme dışında hiçbir şeye faydası
olmadığını bile bile hep savaşa, hep ölüme koşacaksak Hevalım, ne anlamı var
yaşayamadığın ama feth ettiğin toprağın. 21 yy’da yok mu ölmeden, öldürmeden,
yanmadan, yakmadan yaşamanın, mücadelenin bir yolu, yoksa da niye bulamıyor
bunca insan.
Yoksa özgürlüğün, demokrasinin, sevginin, kardeşliğin hüküm
süreceği bir gelecek, bir hayat için mücadele ederken farkında olmadan hepimiz; acı, ölüm, gözyaşıyla kamçılanan bir
hayat felsefesinin tutkunu mu olduk?
Oysa, siyasetin,
dinin, ideolojinin, ırkın insan hayatından sonra geldiği uygar, demokratik zihniyette ölümün kutsanması miadını doldurmuş bir
olguyken; her savaş, her öldürme nasıl da bulanıklaştırıyor her şeyi;
doğrularımızı, bize öğretilenleri “…
ölümsüzdür,…. “ sözcüklerini. Nasıl da boşlukta sallandırıyor hayatı; bir babanın,
bir annenin gözyaşları, evladına bir daha sarılamayacak, sıcaklığını duyumsamayacak
olması yanında.
Devletin sivil, asker eliyle ötekileştirdiklerine reva gördüğü …,
…, tehcir, Ağrı, Dersim, Maraş, Roboski vari onlarca katliam, darbeler, 6/7
Eylül’de, daha dün Gaziosmanpaşa’da
sergilenen ırkçılık, diz boyu adaletsizlik, asimilasyon. Bunların hepsi, daha
fazlası yapıldı, yaşandı. Evet, savaşa zorlandın… öldün…öldürdün… hapislere
atıldın …
Ama hangi savaş…. hangi
mücadele … hangi savunma bir hayatı yok etmişse saygın, hangi zafer yok olmuş hayatlar üzerinde
yükselmişse kazanılmıştır. Hangi zafer de günahsız, berelenmemiştir bir insan
öldürülmüşse.
Madem ki karşılıklı uzlaşmasız, ödünsüz gerçekleşmesi olanaksız
barışı, siyaseti elinin tersiyle itiyorsun. O zaman var sen anlat Hevalım; “Hep
bekledim oğlum gelecek diye. Salonda camı açıp bekliyorum....” diyen Sayfı
Sarısülük’e, yarım kolu beyaz tişörtünde
Ali İsmail’inin sıcaklığını arayan Emel Korkmaz’a, oğlu Fikret’in; Sipan
Amed’inin 18 yıl sonra öldüğünü duyan annesine, yaşamanın ne kadar lüzumsuz olduğunu. Hanımeli kokulu sokaklar çocuk,
genç kahkahalarıyla çınlar, elde simit ağaç gölgesinde “Tanrım verdiğin
şu hayat/fena değildir”le Cemal Süreyya
selamlanırken.
İnsan
ölüme bu denli ev sahipliği yapan; caddeleri, sokakları ölmüş, öldürülmüş insanların isimleri, resimleri,
afişleri, büstleriyle dolu bu diyarda;
belki de yaşamak nedir onu bile
bilemiyor. Bildiğim, ta 16 yy’da Montaigne’nin “ bize yaşamayı hayat geçtikten
sonra öğretiyorlar” dediği yaşamak, “inadına” olmamalıdır. Çünkü yaşamak zaten başlı başına bir inattır değil mi Hevalım?
Onun içinde dünden farklı kendini, kimliğini, taleplerini ifade
edebildiğin bugünde işte hayat, işte ölüm. İşte savaş, işte barış. İşte molotof, işte şiddetsiz
direnç; sivil itaatsizlik. Ya umursamaz, değer vermezsen kimsenin de
umursamayacağı kaybetmeyi göze aldığın hayatını sür namlunun ucuna. Ya da artık
bilinmedik bir şey söyle.
İşte hepsi bu; sonunda bir
hiçliğin içinde yitip gidecek her şey şehr-i İstanbul’da da, şehr-i Amed’de de.
Gülsen
Feroğlu
16.06.2014
Baoo,
bir ayarda sen ver Kürtlere
Bir
gün… bir gün bir şey… bir gün bir hayat kaybedersin; bir nefes, bir bakış, bir anı, bir fotoğraf. Senden o gün bir şey
gider, sonra çok şey; Ve o kadar çok ki
ölümüz. Endişelenme! duydum seni de. Hayır, öyle sandın. Peki, sandımsa, gerçek
neydi? Gerçek, seni duyduğum kadar, senin beni duymadığındır.
Sen;
“Mustafa Kemalin askeri”,
liberalim, cemaatçim, beyaz
Türküm; şöyle dürüstsün, böyle şahanesin,
sadece gerçeğin peşindesin diye diye dolandın…durdun da...bir kerecik
olsun baktın mı yere göğe sığdıramadığın gerçeğe, ne olduğuna.
Gerçek,
bizi birbirimizden ayıran; darbelerin, katliamların, Soma’ların, fukaralığın
getirdiği acıların aramıza girdiği “eskiden yoktu Kürt, Türk, Alevi güzel,
güzel yaşıyorduk” dediğin, koca bir hayatın varlığıdır. Daha
ne olsun!
Satre’nın
yazdığı “Başkaları,
cehennemdir”i yaratmış ulus devlet yönetenlerinin doğuştan fişleyerek
ötekileştirdiği o hayatta; çocukluk; Maraş katliamı ertesi evin duvarlarında
kırmızı (x) işareti arayan babalı,
Ramazanda kapalı perdeler ardındaki sofrada annenin “çabuk yiyin” korku komutlu, şivenizle alay edildiğinden
teneffüslerde bir başına oturulan tahta sıralıdır.
Makbulün Türk, Sünni, seküler
olduğunu bilmediğinizden “neden, niye”li çocukluğu izleyen; “sakın! Aleviyim
deme, hele Kürdüm hiç “ tembihli gençlik; kampüse toplu çıkışlar, Auschwitz’e çevrilmiş
Diyarbakır, Mamak cezaevleri. İşkence gören, öldürülen, asılan o güzel, o
parlak gözlü yoldaşlar. Çokça da çaresizliğiniz, tek başınalığınızdır.
Dahası
devrimcileri, mütedeyyinleri, gayri Müslimleri, …, …, emekçileri de
kavurdukları cehennemi daimi yapmaya yeminlilerin; köy meydanında, hapiste
“Türksün”, “Türkçe konuş”la döven,
“teröristsin“le öldüren tekçiliğine,
linçine dayanamayan, dağa vuran Kürtler.
Yıllar önce Yeşilyurt’ta
Yüzbaşı köylülere insan dışkısı yedirdiğinde bitmiş insanlığı, “bölücü, hain”
Kürtlere hak gördüğünden sana göre elbette; yoktu devlet terörü, yoktu adaletsizlik. Ülkenin
gerçek sahibi yapıldığından baskı, zulümle karşılaşmayan bir ırkın mensubu sen;
özgür dünyana 500, 1000 km uzaktaki Kürtlere yapılanları önemsiz
bulduğundan elbette “güzel, güzel”
de yaşıyordun.
Oysa
öyle Radikal okuyup, CNBC-E izleyince,
Nispet’te “Yine mi güzeliz, yine mi çiçek”i söyleyince, Immanuel Wallerstein
okuyunca elit olunsa da; medeni,
adaletli, eşitlikçi olunmuyordu be güzelim, yakışıklım; onlarca Guernica
çizilir, insan onuru postallarla,
TOMA’larla, panzerlerle
ezim, ezim ezilirken vatanının
Doğusunda, Güney Doğusunda; Kürdistanda.
İşte
devletin orman, köy yakıp, tonlarca bombayla dağları devirdiği, bir hiç’i feth
etmek üzere savaştırdığı Mehmetçikle, Kürt gençlerinin birbirini öldürdüğü bu
minval üzerinde geçen yıllar, sonunda “çözüm” sürecini dayatıvermişti. Süreç dura,
kalka ilerlerken 30 Mart 2014’te buyurganlığın en baba sloganı “tatava yapma”nın peşine takılan ama nasılsa
biatçı olmayan en aydın, en abi
gazeteciler de CHP’ye oy vereceklerini açıklamışlardı.
Kendilerini
CHP’yle bağlayınca, otomatikman CHP’yle
seçim hezimeti yaşayan Hasan Cemaller, Koray Çalışkanların , …, …,
…, Kürtlere negatif hizmet hareketinin, Mart 2014 Fethiye’de, Samsun‘da Kürtleri linçe
kalkışmış ırkçıların; görünen tek hedef
“Erdoğan karşıtlığı ”üzerindeki
ittifakına katılmayan Kürtler,
bir anda hezimetin sorumlusu zanıyla kara listeye alınıvermişlerdi.
Hal
böyle olunca; çocukça, acınacak “kurudu, kaldı ”lı laf sokuşturmayı, mesnetsiz
iddiaları gazetecilik algılayan medyanın yeni sürümü “aman geç kalma, bir
ayarda sen ver Kürtlere” piyasayı ele geçirmesin mi. Bolu beylerinden; nefret suçunu bildiğinden düşüncesini direkt yazmayıp bir taksicinin
ağzından “ Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürtler oylarını Erdoğan’a mı verecek?”
diye sordum. “Kürtler çok aptal ….”
yazan Şahin Alpay, “Batı’da
faşizm, doğuda özerklik mi?” yazan
Mehmet Altan, “…Dersim, Cizre’deki Soma protestolarına
müdahale edilmiyor” tweetli Kadri Gürsel
de şahlanmasın mı.
Bu,
AKP’nin seçim kazandığı 2002 yılına kadar;
dört darbe, birkaç darbe teşebbüsü geçirmiş, Türkiye’de; her şey güllük gülistanlık, faşist
diktatörlük hiç yaşanmamış yazılarını
okuyan, konuşmalarını duyan insanların da haklı olarak nutku şaşıvermesin mi.
İşin
kötüsü, her aklına esenin hoşlanmadığını diktatör ilanı karşısında, ülkede diktatörlük “var mıdır, yok mudur”u
tayin etsin diye başvurulacak Standard & Poor’s vari uluslararası bir
adreste yoktur.
Acaba,
hep örtülü, örtüsüz faşizme maruz kalmış ötekilere, Kürtlere yaptıklarına bakıp;
hafif, orta, yüksek, ultra diktatör ayrımına, biz mi tabii
tutsak başbakanları. Buna göre iktidarlarında İstiklal, Sıkıyönetim, Devlet
Güvenlik, Özel Yetkili mahkemelerle, Takriri Sükûn, 141-142, 163 maddeli TCK, TM kanunlarının yasalaştığı
Mustafa Kemal, Okyar, İnönü, Menderes, Demirel, Ecevit, Ulusu, Özal,
Yılmaz, Çiller, Erbakan, Erdoğan, hepsi de
diktatör müdür?
Ya
Faşizm; misal, 650 bin kişinin tutuklandığı, 50 kişinin idam edildiği Evren’li
yıllarda mı, Özgür Gündem’in 76 çalışanı dahil 20 bine yakın faili meçhul
cinayetin işlendiği, JİTEM’in tavan
yaptığı, merkez medyanınsa “sarışın güzel kadınlığına” vurulduğu Tansu Çiller’li
yıllarda mı yaşanmıştı.
Yoksa
bugünü; darbeden ilk “Hatırla Sevgili” dizisiyle haberdar olmuş, devlet
terörüyle “Gezide” karşılaşmış biri
diktatörlüğün, ”Asılacak adamsın ulan” kapaklı Türk Solu dergisini gösteren bir
diğeri demokrasinin; yasaklı Sason,
Xîyan dağlarına, yaylalara çıkma özgürlüğünü tadan 1984 doğumlu bir Kürt de
azıcık demokrasinin göstergesi sayabileceğinden. Ortada her kesimin, her
insanın karşılaştığı yaptırımlara, baskıya göre bir diktatörlük, faşizm,
demokrasi tanımı, algısı ya da algı
yönetimi mi vardır.
İyi
de insanın algıladığı, sandığı,
medyanın, liderin, partinin, örgütün, sendikanın algılattığı, sandırdığı
mıdır, gerçek? İnsanların bir gün o yalana inanmalarını umarak; Kürtlerin
“batıda faşizme” geçit verdikleri yalanını algılatma projesi gerçeği yansıtır
mı?
Bedeli
iç savaşta 50 bin kürdün hayatı olan;
demokrasi, özgürlük mücadelesinde; zorun savaş değil barış olduğunu
günahıyla, sevabıyla kavramış Kürtlerin, herhangi bir yerde faşizmden
yanalığını geç yazmayı, akıldan bile geçirmek Vicdansızlığın ta kendisidir. Bu
vicdansızlığa cevabı da bırakalım Sabahattin Ali versin; yüzde yüz haklı “ Namuslu olmak ne zor şeymiş
meğer.” sözüyle.
Ayrıca
sırf beyaz Türklerin, cemaatin; devletin olanaklarını, kent rantını kırpışmada
AKP hükümetince dışlanma kızgınlığını, histerikli nefretlerini “demokrasi, özgürlük”le makyajlama tuzağına
düşmediklerinden hedefe koyulan Kürtler, kendilerini kimseye ispatlamak,
beğendirmek zorunda da değillerdir.
Yıllarca
her yenilgiye, yalana mazeret üretip,
suçu hep başkasında arayan, bulan müesses nizamının tekçi Kemalist ideolojisi
dimağlara öyle bir zerk edilmiştir ki. Ne kadar özgürlükçü, ne kadar demokrat
geçinilirse geçinilsin, her an, herkesin
içinden inceltilmiş bir RTE, bir Yusuf Yerkel’in fırlayacağı Türkiye’de; zaten Kürtler
de idama giderken incinmesin diye Pir
Sultana taş yerine gül atarak daha çok yaralayan yarenliklere alışkındırlar.
İlk taşın hep
beklemediğin insandan geldiği bu dünyada; yollarımıza leylaklar dökün de
demiyoruz ama eğer bugün eşit yurttaşlık, diktatörlük,…,…, tartışılıyor, W, Q kullanılıyor, Newroz, 1
Mayıs yasağı, andımız kalkmışsa,…, …,
bunlarda Kürtlerin asırlık
mücadelesinin etkisi, gücü niye yadsınsın.
Şimdi,
hazır CNBC-E’deki Game of Thornes bir
dakika reklama girmişken nasıl; konuştuğun, sandığın gibi miymiş peşinden
koştuğun gerçek. Kavranamamış tek gerçek de, kapanmamış hesaplarla dolu
geçmişle, dünle ödeşilemediğinden, bugün özgür,
barışçıl bir geleceği, hayatı
kuramadığımız olmasın.
Hayat da, entelektüel süslemeli büyük laflara gerek bırakmayacak sadelikte,
sadece başımıza gelenlerdir. Her
gün, her gece o kadar da çoktur ki ölümüz; değil mi Soma, Ali İsmail Korkmaz, değil mi Uğur Kurt, Ayhan
Yılmaz, Hakan Tek,,,,,,
Evet,
evet hayat, sadece başımıza gelenlerde değil, başımıza
getirilenlerdir de. Ve “çocuğum bol bol masal dinle/ henüz inanırken…”
Gülsen FEROĞLU
29.05.2014
Bir
gün, bir hayat kaybedersin
Ilık
bir bahar akşamı, havada leylak kokusu;
hayatın ne kadar güzel olabileceğini hatırlatıp, hafifçe gülümsetecek. Bu toprakta! azıcık
gülümseme, azıcık huzur öyle mi? Asla! Çünkü “bedava ölümle” kol kola gezdiğim
bu toprakta, gözyaşına doymayan Ortadoğudur benim adım. Adım acı benim…benim
adım hüzün…adım savaş benim…
Herkes
duydu değil mi; Soma’da “TKİ’nin tonunu
140 dolara çıkarttığı kömürü 23.80 dolara “ çıkartma becerisindeki Alp
Gürkan’nın madeninde; 2 km yerin altında
kazma sesleri artıkça ölüm fışkırdığını.
Yine
her ölümde, her felakette; Marmara’da 50 bin, Van’da 644 yurttaşın hayatının yittiği depremlerde,
Roboski’de, Afyonkarahisar’da patlayan cephanede, Reyhanlı’da, Gezi’de, 22 yıl
önce 263 madencinin öldüğü Kozlu’da, yaptığınızı yapacaksınız.
Önde
devlet ricali, 30 Mart
2014 öncesi her biri bir anketçi, yargıç, siyasetçiyken anında maden
mühendisi, iş güvenliği, göçük, yangın
uzmanı kesilecek sunucular, programcılar,
köşe yazarlarınız
canlı yayın arabalarınızla koşacaksınız enkaz yerine.
Siyah
giysiler içinde söze en dokunaklı
cümlelerle başlayacak, en yürek burkan
fotoğrafları, mucize kurtulmaları arayıp bulacak. Fonda can yakan müzik; yetim
kalmış çocuklara, eşlere, annelere,…,…,, ölen madencilere ait faciaya
kadar sendikası dahil kimsenin umurunda
olmayan, yıllarca Gürkan’nın asgari ücretin az üstü bir maaşla, ölüm kusan
çalışma koşullarına mahkum ettiği
hayat hikayelerini anlatacaksınızdır.
Ardından
sıra yardım kampanyalarına; felakete, katliama yol açan şartları az, biraz
değiştirecek düzenlemelere gelecek. Suçta; nasıl Marmara’da, Van’da depreme
dayanıksız konut yapan müteahhitlerden yalnızca Veli Göçer’e, Tevfik Bayram’a
yıkıldıysa, Soma’da da belki en suçsuza yıkılacaktır.
Onlarca
felakette, katliamda hükümet hangi partiden olursa, olsun hep böyle olmadı mı?
Böyle olunca da hayatını kaybeden madenci sayısında dünyada 1. ülke Türkiye’de;
Soma katliamının sorumluları paçayı kurtaracak. Bir avuç kömür için 18’inde
19’unda, 26’sında hayatından olan Muhammed’in, Mustafa’nın, Cemal’in
arkadaşları Ahmetler, Hakanlarda madenlerine döneceklerdir.
Gerideyse,
herkesi esir almış küçük hesapların, küçücük insanları olmanın için için
hepimizi nasıl çürüttüğünü de gösteren; bir ömür üzerimizde taşıdığımızı
bile fark edemediğimiz Küre’den, Kozlu’dan kalma kömür tozuna bulanmış bir utanç kalacak.
İhmalleri,
suiistimalleri tespitleyecek BDP ve MHP’nin de desteklediği CHP’nin “Soma’daki
madenlerde yaşanan kazaları, ölümleri “araştırma önergesini AKP’ye reddettiren
o çürümüşlük; hücrelere nüfuz
ettirildiğinden, karşıtının her dediğine karşı çıkma, inanmama güdüsü artık
genetikleşmiştir.
Hızla,
bu denli, nasıl çürümüş, nasıl çürütülmüşsek; madenciler daha yerin altında can
pazarındayken; Erdoğanı köşeye
sıkıştıracak argümanı “Soma”yla bulduklarına inananlarla, Erdoğanı
yüceltenlerin acınacak; “ Erdoğan ölsün üretim hatası diyelim”, “Gezi yıl dönümden 2 hafta önce yaşanan
Soma’ya ne sebep oldu…” tweetleri dolanmıştır, sosyal medyada.
Bu
durum kimseyi de şaşırtmamıştır, zira burası; hayattan ziyade amaç her neyse;
onun için kitlesini galeyana getirmede kullandığından; yoksulların, gençlerin
ölümünün ne çok, ne çokkkk sevildiğinin 30 yıl süren iç savaşla, onlarca
felaketle kanıtlandığı bir ülkedir.
İşte
bu ülkenin “İş adamı da bir anlamda kurbanı oldu bu kazanın mı diyoruz” sorusunu
soran Şirin Payzınların, sanki onun tuttuğu partiye oy verselerdi maden
ocağı kapatılmış veya Gürkan aylıklarını
6 bin TL yapacakmış gibi AKP’ye oy
verdiler ????? diye madencilerin ölmesine “müstehaktır” diyen
“katır” sicilli onlarca Yılmaz Özdillerin çalıştığı, bir de medyası
vardır.
Misyonunu
halkın sorunlarını gündeme getirmek değil de hükümet yıkıp, hükümet kurmak
sanan, buna da inanan tersanelerde, inşaatlarda, madenlerde, fabrikalarda ölümcül cinayet; iş kazalarına
geçit veren nice Alp Gürkan’ları görmezden gelerek, kusuru da hep devlette, halkta bulan bir medya.
Öyle
bir medyadır ki bu; dolaylı vergiler hariç devletin topladığı vergilerin % 23
ünü ödeyen memur, işçiyken, gelir
vergisinin yüzde 1.53’nü karşıladı diye “vergiyi yine beyaz Türkler ödedi”
manşetiyle, Cumhuriyetle birlikte devlet olanakları peşkeş çekilerek yaratılmış
Alp Gürkan’lı devlet burjuvazisine,
emekçilerden minnet ister.
Zira;
servetleri, Spine Towerları, Plazaları emekçilerin yoksulluğu, verilmiş canı,
akan kanı üzerinde yükselen; Forbes’in 2014 milyarderler listesine toplam 92,8
milyar dolarlık servetleriyle giren 25 dolar milyarderli burjuvazi, bağlaşığı;
asker, sivil bürokrasi ve medya dışında kalanların hayatlarının hiç bir önemi yoktur.
Zaten,
Türk burjuvazisi de; feodaliteye karşı verdiği mücadele sonrası insan hayatı,
hak ve özgürlükler öncelikli bir düzen kurarak medeniyeti, demokrasiyi
yakalayan, işçilerin hak direnişleriyle
de, bire 10 değilde 1’e 6 kazanmayı kabullenen, Avrupa burjuvazisi gibi
değildir.
Milli
gelirden en yoksul % 20’nin % 6,5, en
zengin yüzde 20’ninse % 45,2 pay aldığı Türkiye’de; kronik işsizliği fırsata
çevirip üretimde otomasyon yerine ucuz işgücü kullanan burjuvazi, 18, 19.yy
patentli vahşi kapitalizmin dayatanıdır da. Madencilerin hâlâ Emin Zola’nın “Germinal” romanında anlattığı 19.yy Fransa’sındaki
koşullarda çalıştırılmasının nedeni de bu vahşi kapitalizmdir.
Burjuvazi,
Türkiye’ye bonus olarak ta; İtalya, İspanya, …,
..,Fransa’da ekonomik krizlerde “niye hep
emekçiler krizin yükünü sırtlasın, zenginlerden daha fazla vergi alınsın”lı dev
mitingler düzenleyen sendikaların, STÖ’lerin
yerine, 28 Şubat darbesi dahil dört darbeyi omuzlattığı, kendisiyle
ortak iş tutan sendikalar, STÖ’ler vermiştir.
Türkiye’de
vahşi kapitalizmin, devletin insan için değilde, insanın devlet, patron için
varlığına dayalı müesses nizamına, ideolojisine son nokta konulmadıkça; “Ölüm
madencinin kaderidir” diyen Başbakanla, kardeşi madende mahsur madencinin
“böyle şeyler madencilikte olur” eşleşmesi, vahim değil normal karşılanacaktır.
Ambulansa
binerken “çizmelerimi çıkarayım mı, sedye kirlenmesin“ diyen madencinin açığa
çıkardığı kahredicilikse, müesses
nizamın; evde babaya, okulda
öğretmene, askerde komutana, işte
patrona, hayat boyunca da devlete itaat
için eğittiği ve bunu başardığı teslim alınmış yurttaş kimliğidir.
Arka
planındaki; aldığı sağlık hizmetini,
ilacı, servise, otobüse ücretsiz binmeyi, 1 Mayısı kutlamayı, toplu sözleşmeyi lütuf saydıran, bir sedyeyi bile kendine çok
gördürten öğretilmiş ezikliği de ifşa
etmiş o söz; kaderin doğulan ülkenin
gelişmişliği, “cehennemi
yaratanın” da başkaları
olduğunu, anlamanın da engelidir.
Yaşanmış
her felakettin, her katliamın, 301 madencinin “cehennemini yaratan
başkaları”; vatandaşının
canından, iş güvenliğinden birinci derece sorumluluğunun gereği,
evrensel yasaları, mevzuatları çıkartmayan devlet yönetenleri, sadece “kar daha
fazla kar” peşinde koşan burjuvazi,
işçisinin hakkını savunmayan sendikalar, emekçilerin sesini duymayan medyadır.
Germinal’de “mutlu olmak için iyi bir tanrıya ve ille de
onun cennetine ihtiyacınız var mı? kendi başınıza, yeryüzünde mutluluğu inşa
edemiyor musunuz?” diyor ya bir madenci. Ve madem bir hiç; 90 TL’lik gaz ölçüm
sensörü yüzünden ölüne biliniyor; farklı sektörlerde faaliyet gösteren
işletmelere de sahip patronlara ait medyanın, kendine, bağlaşıklarına toz kondurmayan
sefil gerçekliğinde, şimdi felaketiz, katliamsız bir gelecek için ölümüne cenk zamanıdır.
Belki
Said-i Nursi’nin “Ey nefsim! Deme zaman değişmiş, çünkü ölüm değişmiyor”unu da haklı
çıkarmış bu zamanda, bir gün… bir gün
bir şey… bir gün bir hayat kaybedersin; bir nefes, bir bakış, bir anı, bir fotoğraf. Senden o gün bir şey
gider, sonra çok şey; “Ve o kadar çok ki
ölümüz”
Gülsen FEROĞLU
19.05.2014
Kazanmak, bir hiçi fethetmekse
Belki
en büyük zaferin içinde birlikte kaybetmişsinizdir, onu bile bilemeden;
duymuyoruz birbirimizi, duymakta istemiyoruz. Kabil,
Habil’i öldürdüğünde de Adem oğlunda insanlığı, merhameti yok ettiğini bilmeden kazandığını sanmıştır da… kazanmak bir hiçi fethetmekse, aslında nedir ki?
Kaybetmek içinde; önce sahip
olmak gerekir ki, gerçekte kim neyin ya da kimin sahibidir. Ve bunu fark etmeyen, siyaseti
kutuplaştıran “biz özgürlükten yanayız, onlar diktatör”, “asıl biz demokrat, onlar
diktatör” tezgahlı orta oyununa dönüştürüp, insanları kendilerine oy vermeye
mecbur bırakan parti liderlerinin kıskacında, nezaketten, incelikten uzak bir
hayat.
İnsanoğlu
empatiyle, farkındalıkla ilintili
incelikten bir kez uzaklaşmaya görsün,
karşısındaki herkesi, her şeyi; duyguları, fikirleri küçümseyen, ezen bir vandallığa, kabalığa itildiğinden “Başörtüsü gericiliktir…..saygı duymuyorum” diyen biri güzellemelerle
karşılanır. Oysa sosyal
ilişkilerde saygıyı, güveni tesis ederek
hayatı kaliteli, katlanıla bilinir kılacak; kurulan cümlelerle, söylenen
sözlerdeki incelik, bilgeliktir.
Başbakanın AYM’ye, aydınlara; AYM’nin, aydınların Başbakana, sonuçta da en
tepeden, en alta kimsenin kimseye saygı duymadığı bu yerde; birbirine,
karşıtına saygısızlık, ölümcül şiddet
hep olageldiğinden, Daily Telegraph’ın 21 Aralık 2013 tarihli haberi
önemsenmeyecektir.
Habere gelince; 130 yıllık geçmişi bulunan Marks
& Spencer; bazı şubelerinde
alkol ve domuz etiyle temas etmek istemediklerinden
müşterileri başka kasalara yönlendirdikleri şikâyet edilen Müslüman
çalışanlarının, bu ürünleri düzenlemek, satmak zorunda olmadığını, dini
inançlarına saygı duyduğunu açıklamış.
Türkiye’de, 1960 darbesinde Said-i Nursi’nin Urfa’daki
mezarını açtırtıp naaşı bilinmeyen bir yere gömdüren nefreti, gaddarlığı normal
kabullenen geçerli aydın bakışına göre; velinimete alkol, domuz eti satmayan bre
gafillerin, iş akitlerini fesh edeceğine inançlarına saygı duyduğunu
açıklayan İngilizler, buram buram gericilik tüten bir medeniyete, aydınlara sahiptirler.
Allahtan
Türkiye’de yaşamıyorlar. Yoksa bu gericilikle; AKP’nin kazandığı her seçim sonu
kıyılara
taşınmaktan bahseden “Dev
şaşkınım nokta net yani; bunca tapeye,
yolsuzluğa AKP’ye oy veriliyor. Demek insanlar hırsızı seviyor” sitemli beyaz Türklerin, küratörler, doktorlar, avukatlar,
reklamcılar, mali müşavirler,
lokantacıların; yatlı, katlı, son model
arabalı, Louıs Vuıtton, Dior alışverişli yaşamlarına bakıp,
kazançlarının ne kadarının kayıt altında olduğunu da soruverirler.
Elin gavurdur bunlar, kolay pes etmezler de; Balzac‘ın
1835’lerde
“Her büyük servetin altında mutlaka bir suç yatar” yazdığını
anımsayıp, 2003’te
98
milyar dolar iken 2013’te 227 milyar dolara yükselen kayıt dışı ekonominin
izini de, sürerler mi???? sürerler.
İster misiniz bununla kalmayıp, Osmanlı’da padişahın kapıkulu Bab-ı Asafi, Heyet-i Âyan,
Mabeyn-i Hümayun, …, …, mensubuyken Cumhuriyetin kurucu kadrosu olanların; paşaların, valilerin
CHP il başkanı, içişleri bakanının CHP genel sekreteri yapıldığı tek parti
dönemi bürokratlarının, sermayedarlarının ‘Padişah’ın
yerine ‘tek adam, tek şef’ vesayetini koyarak sürdürdükleri Biattan,
kimlerin kazançlı çıktığını da
açıklayıversinler.
Biat var ya o biat; hazineyi talan eden nitelikli yağmacıları
saygıdeğer konuma getiren, rüşvetçiyi, vesayeti
kollayan hukuk sistemini de kurmuş Cumhuriyet kadrolarının; öğretim, medya eliyle
“Osmanlı’yı israf yıktı”, “Kürt yoktur”,
“Ermeniler tehciri hak etmişti”,
“Aleviler İslam dışı”, “darbeler
gerekliydi” vari onlarca yalan
argümanına insanları, inandırandır.
Gencecik
çocukların idam sehpalarına çıkarılmasına, ‘Ziverbey’lerde, ‘Dal’larda solcu, Alevi, Kürt diye
işkencelerden geçirilmesine, OHAL’e, devlet destekli faili meçhul cinayetlere yol
verip, banka hortumcularının
cebe indirdiği 200 milyar dolar görev zararını ödeten, bir kutu ilaç için SSK
kapılarında günlerce bekleten de o biattı.
Servetleri, lüks yaşamları
yoksullukları üzerinde yükselen, eğitimine, özgürleşmesine ket vurup bidon kafalılıkla aşağıladıkları “Onlar..itaat edenler”in Biatı sayesinde günlerini gün eden, AKP gibi lider sultalı ANAP’a,
DYP’ye, CHP’ye, DSP’ye, RP’ye,
MHP’ye, Motorola’yı dolandırdı diye Cem Uzan’a oy verildiğinde, Atatürk’ün “Türk milleti zekidir,……” vecizesine atıflı yazılar yazan beyaz Türkler dahil hiç
kimse o ‘biattan’ muzdarip değildi.
Zira,
istedikleri zaten de; katliamlara, zulme, alaya, sürgüne maruz Ermenileri, Kürtleri, Alevileri, Süryanileri,
mütedeyyinleri, emekçileri…, …, “çirkin
ördek” muamelesiyle ötekileştiren ulus devletin Türk,
Sünni tek tipçiliğini, tek adamlığını,
ödediği verginin nereye harcandığını sorgulamadan verilene razı, şükreden bireydi.
O
birey ne zamanki, insana dair hak ve özgürlükleri kendine bir lütuf sayan
kurucu kadroların, ulus devletin ; “çile bülbülüm çile”li
hayatlarına vurdum duymazlığına ‘yeter’le, makbulleri laik ama vesayetçiyi değilde laik ama mütedeyyini tercih etti, işte o
gün tescillediler ‘biat’ın kötülüğünü.
İşin
garibi, bireye Daima biaat kültürünü dayatanlar arasında,
ulus devlet kadrolarıyla kurduğu bağ yüzünden bekçiliğini yaptığı Türk müesses nizamına değilde halkına,
ezilene
muhalif “Ahhhhh Europa azizim,
medeniyet…”le de teselli bulmuş, kendini aydın kategorisine oturtmuş kesiminde yer almasıdır.
Halbuki, demokrasinin,
medeniyetin gökten inmeyip insan eliyle var edildiği; kültürel faaliyetlerde bulunulacak insanca yaşam için gerekli
ücreti, işsizine işsizlik sigortasını vererek sosyal devlet ayağını güçlendiren,
sistemine karşı olsa da her türlü düşüncenin beyanını, farklı etnik kökeni,
mezhebi, dini, eşcinseli koruyan
yasalarla huzuru yakalayan burjuva demokrasili “Ahhhhh
Europa”da; birey özgür
olduğundandır; elini sallasan filozofa, ressama, edebiyatçıya, bilim adamına
çarpar, ‘biata’
değil.
Cadı
avlarını, Engizisyon Mahkemelerini, giyotini, 1886 1 Mayısını, faşizmi, dünya
savaşlarını görmüş Avrupa’nın, ABD’nin gelişmişliğinin itici gücü de değişimin öncüsü aydınların
arkasındaki; salt edebiyat, düşünce, sanat alanında değil 16. yy’da
kullanılmaya başlanan çatal, bıçağı halk alışkanlık edinsin diye avlularda sofralar
kurdurarak yaşam tarzının biçimlemesine de katkı
koyan aristokrasidir, burjuvazidir.
Teknolojiye,
bilgiye bir tıkla ulaşılan çağımızda “Entelektüelin başkalarına ne yapmaları
gerektiğini söyleme hakkı yoktur. Çünkü kitleler kendileri için neyin iyi
olduğunun bilincindedirler” le aydının öğretici, bilgilendirici görevinin bittiğini
savunan Michel Foucault’a bakarsak, galiba Türkiye’nin evrenselliği yitik aydınlarına ayrılan
sürenin sonuna gelindi gibidir.
Özgür
bir bireyde, hükümranlık kuramayacaklarından; asırdır terk etmedikleri her
zamanki üstenci dil, her zaman ki “ben en doğrusunu, en iyisini bilirim, inanmayan
sen aptalsın”lı buyurgan havada, her
biri bir kesimin, partinin, fikrin, örgütün yandaşı kesilip konuşan … çok konuşan…
hep konuşan…, … İçinden de her an bir
Melih Gökçek, bir RTE çıkacak
aydınların, siyasetçilerin,
“Ahhhhh Europa” burjuvazisinin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” şiarından
habersiz davranıp darbeler desteklemiş sermayedarların
özetle kimselerin işine gelmemektedir.
Hep
bir vesayet altında, 1 Mayıs’ta bir alanı;
Taksim’i yasaklayıp işçi bayramını zehir eden devlet terörlü
Türkiye’de…..Büyükbabanın odun ateşinde bir sopanın ucunda
erittiği keçi peynirleriyle beslemesini yutkunarak izlediğiniz, kaybedilmiş Heidi'li
çocukluğun sahibi bile değilken, üstü kalsın diyemediğiniz hayata incelikten yoksun bir bakış, bir yok
oluş. Endişelenme! duydum seni de. Geceleri uyku tutmayan gençliğimden
mi tanıyorum seni. Öyle mi? değil !!! sen öyle sandın.
Peki, sandımsa, gerçek neydi?
Gülsen FEROĞLU
3.05.2014
Nasılsa onlar özgür, siz tebaasınız
Ne de olsa içinizdeki ölmüş, öldürülmüş parça size aittir. Kimse bilmez, kimsenin bilmesi gerekmez. Zaten bu gök kubbede hepimiz; ahlakı, adaleti, aklı beraberinde götüren masumiyet kaybedildiğinden içimizde ölü bir vicdanla yaşamıyor muyuz? Bir kâbus gibi üzerimize çöktürülen nefret, ne olursa olsun yeter ki kaybetsin hatta ölsün karşıtım, düşmanım bayağılığı değil mi bunu başaran.
İzmir’in Mavişehir Karşıyakasında, Ankara’nın Çankaya Angorasında, İstanbul’un işgal edilen hazine arazileri üstündeki country villalarında, Beykozunda oturan; CHP’yle, MHP’nin kazanmadığı seçimi seçim, oy vermeyen halkı da halk saymayan sen; beyaz Türküm avutabilirim seni; bayağı değilsin, nefret bilmezsin, tek yol CHP. Bunları söyleyebilirim sana, buna inandırabilirim. Duymak istediğin bunlar olduğundan inanmaya hazırsındır, sende.
Bilirim, tek yolun CHP’yle içli dışlılığın, başarısızlığına ölçüsüz müsamahan, kurucularından olduğun ulus devletin mihenk taşlarını sana bağışlamasındandır. Böylece 80 yıl yönettiğin Türkiye’de söz, karar sahipliğini kaptırmama gayretinde, duruma göre kimi zaman ötekileştirdiğin Alevileri, Kürtleri, Gayri Müslimleri, kimi zaman Ülkücüleri, Alperenleri, cemaatleri kullanıp; katliamları, darbeleri, idamı, işkenceyi, linçi, yolsuzluğu meşrulaştıran kap karalığına, ambalajın hep beyazdır senin.
İşte bu beyaz Türkler o ambalajla öyle öyle bir üst insan profili çizerler ki Nietzsche’ye rahmet. Onlardan daha akıllısı, daha temizi, daha demokratı, daha dürüstü, daha özgürlükçüsü bırakın Türkiye’yi dünyada yoktur. Adil gelirden, fırsat eşitliğinden yararlandırmayıp üstüne cahil, aptal, kıro, kulla tanımladıkları “ halkı kurtarma ”yla yanıp tutuşacak kadar da yüce gönüllülerdir. Kendi kendilerine yüklendikleri bu ulvi amaç için medyayla siyaseti dizayn etme hiç vazgeçemedikleri edim olsa da, 30 Mart 2014 yerel seçimlerindeki kadar açık müdahaleleri….vaki değildir.
Bir anda CHP’nin, MHP’nin basın bürosuna dönüşen “Bu gazetede aleyhinize hiçbir şey çıkmaz “ diyen Turgay Ciner’e “Allah razı olsun”la dua eden Gülen’i “….gerçek demokratlığı Hocaefendi temsil ediyor”la öven Aydın Doğan’nın “birileri çıkıp, dur demeli bunlara (AKP)” mesajını Gülen’e yollayan damatları Ali Sabancı’nın, Mehmet Ali Yalçındağ’ın, Akın İpek’in sahibi olduğu bir medya. CNN, BBC, The New York Times, Guardian çalışanları gibi haber ileteceklerine, fikirleri sorulmuşçasına her haberi ama her haberi uzun uzun yorumlayan, akıl veren sunucular, muhabirler ve dahi kameramanlar.
2002’den bu yana yıkmaya uğraştıkları AKP’yi devirmek için mesleklerini icra edecekleri makamlarda, ekranlarda halkın CHP’ye, MHP’ye oy vermesini empoze eden Bayan Rottenmeier edalı onlarca Şirin, Seda, onlarca İrfan. Polisin katlettiği Berkin’nini gömdüğünün akşamı babasını programına çıkartacak gözü dönmüşlükteki onlarca Ayseverler. “İçerden bilgi aldım AKP’nin oyu %29’a inmiş” yalan manipülasyonu, twitter’da kararlaştırılan “seçimde hile yapıldı” algısını yaymaya yeminli onlarca Talipoğluları, Türköneler.
Sabah, akşam bir Samuel Beckett, bir Stephen Hawkingmişçesine “Trakya’ya kadar çinko eksikliği var”, “… Onlar beslenemedikleri için boyu benden kısa olan…” la itham ederek “aptal mı, değilmi”yi tartıştıkları halkı aşağılayıp, bildiğin nefret suçu işleyen onlarca Cüneytler, Özdiller.
İnsanları yüzde yüz kamplaştıracak “diktatör”, “başçalan”, “ey gezici”, “saygı duymuyorum”, “bölücübaşı” dilli siyasetçilerin yanına post serip; alavere, dalavere merkezi yapılan twitter’la, Selfie’yle meşgullerin sonrasında komedi tadında “ülke çok gerildi”, “kutuplaştı”,” tahammülsüzüz” tespitlerine şaşması istenmeyen okuyucular, izleyiciler.
Medeniyet de pek bir vurgundurlar ya. Kendileri gibi düşünmeyen, davranmayanları hedefleyen faşist eğilimlerini gizlemeye yarayan “medeni ülkelerde”yle başlayan sözlerine, yazılarına rağmen “Ermenileri, Yahudilerinki gibi durup dururken kesmeye başlamadık”, “Oslo’nun içeriği fecaat” heyezanları, Süreyya Önder’i “Postacı Sırrı” damgalamasıyla açığa çıkan kendilerine özgü edepsiz medenilik anlayışları, çözüm sürecine karşıtlıkları.
Ki medenilik aynı zamanda muhalifinin tüm çirkefliğine nezaketli üslubu, seviyeyi, yalana manipülasyona başvuranı aforoz etmeyi, Kürdün yanında sosyal demokrat, dindarın yanında dindar, cemaatçinin yanında cemaatçi, ülkücünün yanında ülkücü ilkesizliğindeki Demirel tarzı kimliksiz siyaseti reddetmeyi gerektiren bir olgudur.
Aydın olmakta, zannedildiği üzere sadece kitap okumak, twitter, facebook kullanmak, tiyatroya gitmek, içki içmek, şort giymekten ibaret değildir. Sokağı temiz tutmaktan, duş almaya, onca ülkede yasaklı faşizm ideolojisi hariç farklı görüşlere, yaşam biçimlerine saygı duymaktan, otoriteye, yasağa karşı çıkmaya kadar geniş bir yelpazede farkındalıkta; safın ezilenden, ötekileştirilenden yanalığıdır.
Türkiye’deyse herkes işine geldiği biçimde kullandığından, kavramında bile konsensüs sağlanamamış aydın olma topluma; hayatlarını devrime adayanların mücadelelerini ülkücülerle aynı potada eriten “Mahir, Hüseyin, Ulaş” yerine “ Mansur Yavaş, kurtuluşa kadar savaş” sloganını atma kepazeliğini, sağa takoz yapılan devrimciliği dayatma garipliğine indirgenecektir.
Sonuç, bir bilinmeze; yolsuzluğun, hukuksuzluğun hangi yasalarla önleneceğini, Kürt sorununun, AB üyeliğinin MHP’yle, ulusalcılarla nasıl çözüleceğini somutlaştırmadan cemaat, MHP, CHP arasındaki tehlikeli ittifaka su taşırken meslek ahlakından da söz edebilen militanlaşmış aydın bir kitle, bir medya.
Her konunun uzmanı; hakim, avukat, dedektif, adli tıpçı, sosyolog, mühendismişçesine köşelerinde, ekranlarda ahkam kesip “tatava yapma bas geç” diktesini bireyin özgürlüğüyle bağdaştıran ama AKP’lileri “onlar… İtaat edenler”le yeren o militan aydınlar, medya; kendileri gibi hareket eden onlarca Yıldıray Oğur, Ahmet Kekeç, Cem Küçük içinse edilmedik hakareti bırakmayacaktır. Nasılsa onlar; Hilal Kaplanlar, Yıldıray Oğurlar tebaa, yandaş siz; Nazlı Ilıcaklar, Ahmet Hakanlar özgür, tarafsızsınızdır.
Cezayir savaşında ülkesi Fransa’yı lanetlemiş Jean Paul Sartre, André Breton, Francis Jeanson’nun tersine ulus devletin yol açtığı iç savaşta elli bin insan ölür, Generallerin döşettiği mayınlarda Mehmetçikler katledilir, PKK kıyafetli JİTEM’ciler Kürt illerini taciz ateşine tutarken, Genelkurmayın brifinglerinde asker selamı vererek ordunun vesayetini kabullenmişlerin bugün biattan yakınmasıysa !!!!!! Tanrının bir lütfu olsa gerek.
İnternetsiz, tapesiz 1923’lerdeki “Alo Yunus”, “Alo Falih Rıfkı”dan 1990’lar, 2000’lerdeki “Alo Aydın”, “Alo Dinç”e, 2013’deki “Alo Fatih”e tek gerçekte; herkesin vesayet tarafgirliğidir. Vesayet; misilemeci “onlar şunu yaptı”, “eeeee siz de bunu yapmıştınız”, “%45 onlar, %55 biz”le, bireyi biz, siz, onlarda erittiğinden kafa boşaltıcı bir “izm”dir de. Zira biaatçı bireyin görevi “biz”in bekası uğruna vesayetçisinin kararını, direktifini sorgusuz sualsiz yerine getirmektir.
Fakat labirent deneylerinde bile fareler ucu kapalı bir yolu üç defa gitmezken illaki kan… illaki revan …illaki entrika… illaki kargaşa peşinde; ortamlarda HDP’ye oy verdiğini söyleyip Fethiye, Ordu, Samsun, Aksaray’da Kürtleri linçe yeltenmiş cepheye oy vermeyi, verdirmeyi “aydın tavrı”yla yutturma pespayeliği, artık bilinmeyen bir hikaye de değildir.
Kendinizin, yandaşınızın sesini duymaktan bıkmadığınız 140 karakterli sanal dünyanızdan bir ayrılabilseniz; ne çok ses var değil mi? Belki doğru bir şey söylüyordur karşıtınız, belki aynı şeyi düşünüyor, aynı şeyi istiyorsunuzdur. Belki en büyük zaferin içinde birlikte kaybetmişsinizdir, onu bile bilemeden; duymuyoruz birbirimizi, duymakta istemiyoruz.
Kazanmakta, bir hiçi fethetmekse, aslında nedir ki?
Gülsen FEROĞLU
12.04.2014